Öcalan’ın çağrısı ve “barış”ın ötesi
Meclis’in açıldığı 1 Ekim günü Devlet Bahçeli’nin sürpriz hamlesiyle başlayan sürecin ilk etabı, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki çağrısıyla tamamlandı. Öcalan örgütüne “Silah bırakın ve kendinizi feshedin” dedi. PKK’nin geçmişte demokratik kanalların kapalı olması nedeniyle taban bulduğunu ancak artık ömrünü tamamladığını söyledi. Tek yol olarak demokratik mücadeleyi gösterdi. Bunlarla birlikte, ayrı ulus-devlet, federasyon ve idari özerklik gibi yapıların da ihtiyaca cevap veremeyeceğini belirtti.
Şimdi herkes bu açıklamanın devamında ne olacağını ve aynı zamanda bu açıklamaya hangi gerçeklerin zemin oluşturduğunu merak ediyor. Öcalan bu çağrıyı karşılıksız mı yaptı? PKK, çağrıya uyup silah bırakacak mı? Bahçeli neden bir anda dümen kırdı? Sürecin tetikleyicisi nedir? ABD olaya müdahil mi? Çağrı YPG’nin silah bırakmasını da kapsıyor mu? İç siyasi dinamikler, iktidar karşısındaki muhalefet olan bitenden nasıl etkilenecek? Erdoğan işin neresinde ve iktidar kanadı neden beklendiği kadar coşkulu değil? Bunlar gibi onlarca soruya cevap aranıyor.
Öncelikle, kimileri tersini söylese de, süreci barış ve kardeşlik üzerinden okumak hayli zor. Zira süreç boyunca, kişisel temenniler hariç, bunun aksini düşündürtecek hiçbir gelişme cereyan etmedi. İroniye bakın, Öcalan’ın “Demokrasi dışı bir yol yoktur” sözünün geçtiği çağrıyı kamuoyuna Kürtçe olarak okuyan kişi, yani Ahmet Türk, henüz 4 ay önce yerine “terör” gerekçesiyle kayyum atanan, seçilmiş bir siyasetçi. O nedenle şurası net: Görünür taraflarının Türkiye devleti ve Kürt siyasi hareketi olduğu bu açılım, “demokrasiyi ileri taşıma” motivasyonundan kopuk olarak, tamamen yeni jeopolitik gerçeklik doğrultusunda, rejimin ihtiyaçlarını gidermeye matuf bir düzlemde şekilleniyor.
BAHÇELİ’YE NE OLDU?
Tam da burada başa dönelim. Bahçeli ne oldu da daha önce kapatılmasını savunduğu DEM Parti’nin yöneticilerinin elini sıkmaya karar verdi? Nasıl bir farkındalık yaşadı da Öcalan’ın gerekirse Meclis’e gelip konuşabileceğini söyledi? Cevaplar önemli çünkü bu öyle sıradan bir manevra ya da keyfe keder bir hamle değildi.
Bahçeli’nin adımlarından sonra, ABD ve İsrail’in şartlarını olgunlaştırdığı ortamda Suriye’de Esad yönetimi son buldu ve idareyi cihatçılar devraldı. Suriye’nin, Türkiye’nin güney sınırına denk gelen kuzeydoğusu, gövdesini Kürt hareketinin oluşturduğu SDG’nin kontrolünde ve bu durum ülkedeki yeni gerçekliğin de uzun süredir önemli parçası. İşte yeni Suriye, ABD ve İsrail’in planları doğrultusunda dizayn edilirken devlet de buna paralel bir aksiyona girişti.
Bu işin sözcüsü ve taşıyıcısı Bahçeli oldu. İttifakın diğer kanadını da sürecin iç politikada getirileri olduğuna ikna etmeye çalıştı. 5 Kasım’da yaptığı, “Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?” açıklaması, Bahçeli’nin Erdoğan’ı iştahlandırma isteğinin ürünüydü. Erdoğan ise ne çok hevesli göründü ne de karşıt oldu, “Bahçeli’nin teklifi ortak vizyonumuzdur” diyerek, kendince ölçülü tavırla ama aslında son derece temkinli bir şekilde Bahçeli’nin yürüttüğü sürecin çıktılarını izledi. Hâlâ da izliyor.
ABD OLUMLU KARŞILADI
Öcalan’ın çağrısı ABD yönetimi tarafından da Suriye’deki olası izdüşümleri bakımından olumlu karşılandı. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes, Öcalan’ın açıklamasına ilişkin yaptığı açıklamada, “Türk müttefiklerimizi ABD’nin Kuzeydoğu Suriye’deki IŞİD karşıtı ortakları konusunda (YPG/SDG’den bahsediyor) rahatlatmaya yardımcı olacağını umuyoruz” dedi. Hughes ayrıca, “çağrının bölgeye barış getireceğine inandıklarını” söyledi. Burada tarif edilen “barış”ın, ABD’nin müttefik olarak gördüğü Türkler ve Kürtlerin çatışmasızlığını içerdiğini söylemek mümkün.
Suriye’deki Kürt güçleri, çağrının doğrudan kendilerine yapılmadığı görüşünde. SDG lideri Mazlum Abdi, Öcalan’ın çağrısının “PKK’ye yönelik olduğunu” söyledi. Abdi, “Çağrı doğrudan bizim bölgemiz için değildi” diyerek, PKK ile Türkiye arasında çatışmasızlık olursa, bunun Suriye için de olumlu etkilerinin olacağını ekledi ve “Türkiye’nin bölgemize saldırmak için hiçbir bahanesi kalmayacak” şeklinde konuştu. Yani özetle Abdi’ye göre silah bırakması gereken PKK; 100 binden fazla mensubu olan YPG/SDG değil.
PKK’nin Öcalan’a kulak vermeme gibi bir seçeneği yok ancak bu doğrudan “silah bırakılacak” şeklinde yorumlanmamalı. Hatırlanırsa 2015 Nevruzu’nda da Öcalan’ın benzer bir çağrısı, yine Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder tarafından duyurulmuştu. Öcalan bu çağrısında da “PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk yıldır yürüttüğü silahlı olan mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim” mesajını vermişti. Ne var ki sürecin gerçekliği ışığında kendi değerlendirmesini yapan Kandil, konjonktürel gerekçelerle silahlı mücadeleyi sonlandırmayı tercih etmemişti.
KANDİL BEKLENMELİ
Öcalan’ın Kürt hareketi için çok önemli ve tarihsel bir figür olduğu yadsınamaz. Yine de örgütle ilgili şöyle bir tarihsel gerçek var; PKK’yi Öcalan’ın yönetmediği zaman dilimi, yönettiği zaman diliminden fazla. 47 yıllık örgüt tarihinin 26 yılı, Öcalan’ın cezaevinde olduğu süreci kapsıyor. Örgüt, çeyrek asrı aşkın süredir fiili olarak Kandil’deki tepe kadro tarafından idare ediliyor. Bu süre boyunca, kırılma aşamalarında hareket adına karar alan da Öcalan değil, Kandil oldu.
İmralı’dan yükselen silah bırakma ve örgütü feshetme çağrısına Kandil uyabilir de uymayabilir de ama karar, Öcalan’ın emriyle değil, ancak muhakkak onun çağrısının da ağır etkisiyle, örgütün fiili liderliğinin yapacağı değerlendirmeden sonra netleşecektir. Kandil, tıpkı Mazlum Abdi gibi bu çağrıyı sadece Türkiye sınırları özelinde yorumlayarak Suriye’yi ayrı tutabilir ve burada yoğunlaşan politika belirleyebilir. Dolayısıyla kesin saptamalardan önce Kandil’in çağrıyı nasıl kavradığını anlamak gerekir ki bu aynı zamanda yürütülen kapalı sürecin kapsamına ve içeriğine dair de ipuçları verecek.
Ne olursa olsun silahlar susacaksa, bu Türkiye için elbette iyidir. Fakat öyle görünüyor ki rejim bu sürece, muhalefetin bütünlüğünü kırma ve kendini tahkim etme stratejisinin aşamalarından biri olarak anlam yüklüyor. Demokratikleşme nosyonu barındırmayan bu sürecin, hak ve özgürlükleri siyasi pazarlıklara bağlayarak baskı ortamını kalıcılaştırılması da hesaplara dahil. ABD ve İsrail öncülüğünde yürütülen projenin icrası, iç politikada Kürt hareketinin veya bir bölümünün, muhalefetin bileşeni olmaktan çıkıp tarafsız bir pozisyona, aslında objektif olarak iktidara yaklaşması sonucunu doğurabilir. Tabii bunun başka yönden denge bozucu bir reaksiyona da yol açmaması gerekiyor. Erdoğan’ın temel olarak odaklandığı yer de burası.