Ödülün kıyısında
31’inci Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Yarışması’nda yer alan filmler arasında aile içi ilişkilere ve ülkemizin sosyal sorunlarına değinen belirli bir düzeyin üzerindeki ilk yapımlar öne çıkıyordu.
Geçen hafta Ayvalık Film Festivali’nin programındaki filmlerden söz ederken, ailenin sıkça ele alınan temaların başında geldiğinden söz etmiştik. Bu hafta Adana’da Altın Koza’nın Ulusal Yarışma bölümünde yer alan on bir filmin dördünün aynı temayı sürdürdüğünü gördük. Öne çıkan bir diğer tema ise toplumun temel sorunlarından biri olan yoksulluktu. Festivalin Sanat Yönetmeni Mehmet Açar’ın oluşturduğu, çeşitlilik içeren ve başarılı ilk filmlerin ağırlıkta olduğu (11 filmin 8’i ilk uzun metrajlı kurmaca) yarışma seçkisinin geçen yıllara oranla daha doyurucu olduğunu söyleyebilirim. Festival ödülleri dün akşam (Cumartesi) yapılan ödül töreninde sahiplerini buldu. Dolayısıyla, siz bu yazıyı okurken ödülleri biliyor olacaksınız (tabi ajansları ya da sosyal medyayı takip ediyorsanız). Bense yazımı cumartesi öğle saatlerinde gönderdiğim için ödülleri bilmeden, filmlere ilişkin kişisel değerlendirmemi yapmakla yetineceğim.
Bu yılın jüri başkanlığını sinemamızın ustalarından Nuri Bilge Ceylan yapıyor. Jürinin diğer üyeleri ise, yönetmen Mustafa Kara, iki oyuncu (Mehmet Aslantuğ, Serenay Sarıkaya), yazar Nermin Yıldırım, kurgucu Ayris Alptekin ve sinema yazarı Müge Turan’dan oluşuyor. Aralarında bir müzisyen olmamasına karşın, nitelikli isimlerden oluşan dengeli bir jüri olduğunu söyleyebilirim.
AİLE İÇİ HESAPLAŞMALAR
Yarışma filmlerinden daha önce İstanbul Festivali’nde ödüllendirilen ve Ayvalık programında da yer alan Vuslat Saraçoğlu filmi “Bildiğin Gibi Değil”den geçen hafta söz etmiştim. Başarılı bir yönetim ve oyunculukla yılın en iyileri arasında sayılmayı hak eden film Adana izleyicisinin de beğenisini kazandı. Festivalin Yarışma Dışı bölümünde yer alan Tolga Karaçelik’in “Kelebekler”ini anımsatan bir mizah duygusuna sahip sıcacık bir film “Bildiğin Gibi Değil”. Aile, özellikle kardeşler arası ilişkileri konu alan filmlerin her zaman geniş izleyici kesimleri ile buluşma şansı vardır. Ama “Bildiğin Gibi Değil” kadar ‘izleyici dostu’ olanı azdır her halde. Serdar Orçin, Alican Yücesoy, Hazal Türesan üçlüsünün çıkardığı takım oyunu her türlü övgüyü hak ediyor. Orçin - Yücesoy ikilisinin daha önce İstanbul’da ödüllendirilmiş olması şanslarını azaltır mı bilemem. Bu durumda Türesan daha şanslı olabilir
“Bildiğin Gibi Değil” de aile fertlerini bir araya getiren bir cenaze idi; Zeynep Köprülü’nün “Su Yüzü”nde ise bir düğün. İkisinde de, yıllar sonra -kısa süreli de olsa- bir baba evine dönüş ve geçmiş ilişkilerin sorgulanması var. Aile bireyleri arasındaki ilişkileri konu alan filmler bunlarla sınırlı değil. İkisi de asker iki kardeş arasındaki ilişki üzerinde odaklanırken, militarizm, milliyetçilik, linç kültürü gibi temaları ustaca öyküye dâhil eden Türker Süer‘in “Gecenin Kıyısı”nın arka planında, başarısız bir darbe girişimi var. Ismarlama 15 Temmuz filmlerine hiç benzemeyen, darbe girişimini soğukkanlı bir bakış açısıyla ele alan, mizah ve fantezi ögelerini ustalıkla değerlendiren, sinemamızda benzeri olmayan bir ilk film bu. En İyi Film (ya da) En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Ahmet Rıfat Şungar - Berk Hakman ikilisi), En İyi Görüntü Yönetimi (Matteo Cocco), En İyi Sanat Yönetimi (Meral Efe Yurtseven ve Emre Yurtseven) ödüllerini kazanması sürpriz olmaz. En İyi Film Ödülü’nü en çok hak eden film kanımca; ama jürinin tercihi ne yönde olur bilinmez.
MİSTİSİZMDEN SINIF İLİŞKİLERİNE
“Gecenin Kıyısı”nın övgüye değer yanlarından bir kısmında iddialı olan bir film daha var yarışmada. Deneysel - belgeci yaklaşımı ve mistik alana ilgisi ile tanıdığımız Gürcan Keltek’in ilk kurmaca yapıtı “Yeni Şafak Solarken”, delilik ve kültürel ortam ilişkisi üzerinde odaklanan, mitolojik ve ilahi referanslar içeren çok katmanlı bir film. ‘Sırp Kasabı’ lakabıyla tanınan bir babanın tiyatrocu oğlunun psikolojik rahatsızlığının yol açtığı ataklar giderek tırmanırken, gencin ailesi ve yaşadığı ülke ile hesaplaşmasına tanık oluyoruz. Babanın neden olduğu travma, genci mistisizme ve mitraizmi çağrıştıran gerçek ötesi ezoterik bir arayışa yöneltiyor. Filmin başrolünü İstanbul kentinin üstlendiği söylenebilir. Olağanüstü zengin kültürel referanslara sahip bu kenti çok farklı bir bakışla yansıtan Keltek’in son yarım saatte ne anlatmak istediğini çözememek izleyiciyi rahatsız etse de, ses tasarımı, müziği (Son of Philip), sanat yönetimi (Yurtseven çiftinden usta işi bir çalışma daha) ve görüntü yönetimi (Peter Zeitlinger) ile benzersiz bir görsel-işitsel ziyafet. Başrolde Cem Yiğit Üzümoğlu’nun, anne rolünde Suzan Kardeş’in oyunculukları da övgüye değer.
Erkan Tahhuşoğlu’nun “Döngü”sü de bir aile ortamında geçmesine karşın, ana tema olarak sınıf ilişkileri üzerinde odaklanıyor. İstanbul’un yoksul semtlerinden birinde yaşayan, zengin bir kadının evinde yardımcı olarak çalışan ve kendini bu ailenin bir parçası olarak gören bir emekçi kadının- zengin ailenin evdeki bir kaza sonrası sakatlanan göçmen emekçiyi işten çıkartması üzerine- uyanışını ve döngüyü kırmasını konu alıyor. Sınıflar arası çelişkiyi şematizme düşmeden anlatan saygın bir çalışma. Oyuncu kadrosu da Tahhuşoğlu’nun yorumunu destekliyor. Serpil Gül En İyi Kadın Oyuncu ödülünün en güçlü adayı bence.
Göçmen emekçiler sorununa değinen bir diğer yapım, Doğuş Algün’ün “Ölü Mevsim”inde, İstanbul’un muhafazakâr mahallelerinden birinde yaşayan iki kız kardeş ve ablanın kocası arasındaki ilişki, erkek egemen toplumda kadının yalnızlığı ve kaçak göçmen sorunu iç içe anlatılıyor. Bu filmde yardımcı rollerdeki oyuncuların (özellikle genç kız kardeş rolünde Ece Yaşar ile kaçak Afgan gencini canlandıran Haydar Şahin) çok başarılı olduğunu vurgulamak isterim. Bu filmin ödül şansı olan bir başka ögesi de senaryosu. Jüri Özel Ödülü alma şansı yüksek bence.
Hikmet Kerem Özcan’ın “Hakkı”sı da yoksulluğun insan psikolojisi üzerindeki etkileri üstüne bir film. Tarihi eser replikaları satarak geçimini sağlayan bir rehberin bahçesinde değerli bir heykel bulmasından sonra kazanç hırsı ile -ailesini yitirme pahasına- define avcılığına soyunmasının hazin öyküsü. Başrolde Bülent Emin Yarar’ın oyunculuğu dört dörtlük. En İyi Erkek Oyuncu dalındaki iddialı isimlerden.
Kürt coğrafyasından iki ilk film, Murat Fıratoğlu’nun “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” ve Orhan İnce’nin “Hevi / Umut” adlı filmlerinde de Anadolu’nun yoksul yörelerinden insan manzaraları yer alıyor. “Hevi”nin yoksul ve saf köylülerin tüm koyunlarına uyanık tüccar tarafından el konulmasını anlatan öyküsü uzun metrajlı bir filmi taşımıyor. Sınırlı olanaklarla çekilmiş bu iki yapım ‘minimalist’ biçemleriyle eleştirmenleri mutlu etmeyi başarıyor, ama yönetmenin başrolü de üstlendiği “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nin ödül listesinde yer alma şansı daha fazla. Filistinli usta yönetmen Elia Suleyman’ın mizah duygusundan ve Abbas Kiarostami’nin biçem kaygısından çokça esinlendiği anlaşılan, çok başarılı halay (başlangıç ve final) sahnesi ile zihinlere kazanan bu film, ‘Yılmaz Güney En İyi İlk Film Ödülü’ için biçilmiş kaftan.
BİÇEME SIĞINANLAR
Ceylan Özgün Özçelik’in “On Saniye”sini izlerken, birkaç yıl önce Bodrum Deneme Sahnesi’nde “Düğüm” adıyla izlediğim, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Gidion’un Düğümü” adıyla sahnelenen Johnna Adams’ın oyununu anımsadım. İki kadın (şiddet uyguladığı için okuldan uzaklaştırılması üzerine intihar eden bir çocuğun annesi ile ilkokul öğretmeni) arasında, tek mekânda geçen, çocukluğun masumiyet demek olmadığını anlatırken, aile, ahlak, eğitim, medya gibi kurumları sert biçimde eleştiren çarpıcı bir oyundu… Özçelik’in filminin ‘özgün’ senaryosunda ise Erdi Işık imzası var. Işık, Özçelik ile birlikte aynı adlı oyununu sinemaya uyarlamış. Görünen o ki, Adams’ın oyunundaki temel çatışma korunmuş ama çocuğun intiharı ve bu intihara yol açan olaylar değiştirilmiş; bir kedinin öldürülmesinde kimin suçlu olduğu ve öğretmenin küçük kızın yanağına kondurduğu 10 saniyelik öpücüğün masum olup olmadığı üzerine bir çatışma kurulmuş… Keşke bu esinlenme filmin jeneriğinde belirtilseydi diye düşünmeden edemiyorum (Yazar, o oyundan haberim yoktu demeyecektir her halde). Adams’ın oyununda iki tarafın argümanlarını bir pinpon maçı gibi izleyen seyirci hangi tarafın haklı olduğu konusunda karara varmakta zorlanıyordu. “On Saniye”de ise, anne karakterinin kötücül yanları öne çıktığı için seyircinin tarafını kolayca seçebilmesi filmdeki tartışmanın etki gücünü azaltıyor.
Burak Çevik’in ‘Bahçelievler katliamı’ndan yola çıkan kurmacası “Hiç Bir Şey Yerinde Değil”de gerçekten de hiçbir şey yerinde değil… Tarihsel olguları çarpıtmakta beis görmeyen, şiddete bulaşmamış solcu (TİP’li) gençlerle faşist katilleri eşitleyebilen, Danışman olarak Tanıl Bora’yı, dönemin tanığı olarak Arif Kurtuluş’la Haluk Kırcı’nın adını yan yana kullanarak meşruiyet kazanmaya çalışan, derdi biçimsel trüklerinden öteye geçmeyen yönetmenin tartışma yaratarak gündeme oturmak gibi bir niyeti yoksa amacı nedir anlamak mümkün değil. Buna olsa olsa ‘cahil cesareti’ denebilir.