Google Play Store
App Store

ABD üniversitelerindeki protestolar “68 ruhunu” akla getirse de Güney Afrika’daki Apartheid rejimine karşı eylemlere daha çok benziyor. Ancak o dönemdeki gibi dış politikayı değiştirecek ittifaklar henüz kurulmadı.

Öğrenci protestoları ve gözden kaçanlar
Fotoğraf: Depo Photos

Didem TÜRKOĞLU*

Hem Türkiye’deki gazeteler hem de yurtdışındaki haber organları son haftalarda Gazze konusunda ABD gündemine oturan üniversite öğrenci protestolarını irdelerken “68 ruhuna dönüş” minvalli manşetler attı. Ancak, ABD’nin doğrudan taraf olup asker göndermediği bir savaşa verilen tepkiler üzerinden bir karşılaştırma yapmak doğru değil.

Hem yaşanan polis şiddeti hem de siyasilerin aldığı protesto karşıtı tutum, savaş karşıtı 68 hareketinin anımsatılmasına sebep oldu. Geçen hafta ABD Temsilciler Meclisi'nin kabul ettiği antisemitizmle mücadele tasarısı, kampüslerdeki Filistin gösterilerini Yahudi karşıtı "antisemitik" olduğu gerekçesiyle bastırma yolunu açarken, Joe Biden, “Kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir ülke değiliz" diyerek “Düzen yeniden sağlanmalı” şeklinde verdiği demeçle protestoların karşısında konumlanmıştı. Bu açıdan 68 hareketinin akla gelmesi şaşırtıcı değil. Ancak daha doğru bir dönemsel karşılaştırma gecen hafta Hayri Kozanoğlu’nun da köşesinde yazdığı gibi 1980’lerdeki Güney Afrika’nın ırkçı rejimini (apartheid) ve ABD’nin bu rejime desteğini protesto eden öğrenci eylemleri olacaktır. Ancak bu karşılaştırmada iki önemli yapısal farklılık da var: Kampuslarda Gazze protestolarının karşısında konumlanan sağ öğrenci hareketi ve siyasi ittifakların/altyapının henüz kurulmamış olması.

KONGRE’NİN VETOSU

Büyük oranda başarılı olan apartheid karşıtı öğrenci eylemlerini incelediğimizde siyasi aktörler ve toplumsal hareketlerle yapılan ittifaklar, uluslararası siyasi bağlam, protestocuların kullandıkları taktikler gibi önemli noktaların fark yarattığı ortaya çıkar.  200’e yakın üniversite yerleşkesine yayılan apartheid karşıtı öğrenci eylemleri, üniversitelerin ırkçı Güney Afrika rejimiyle iş yapan şirketlerden yatırımlarını çekmelerini (divestment) hedeflemişti. Protestoların yanı sıra kampüslerde tarihi sembol haline gelmiş binalar işgal edilmiş, Güney Afrika’da beyaz ırkçı rejimin siyahi yerleşkeleri yok ederken uyguladığı şiddeti hatırlatmak üzere kampüs meydanlarında gecekondular kurulmuştu. 1960’lardan beri süregelen çok katmanlı bir hareketin üzerine örgütlenen bu öğrenci protestoları halihazırda ciddi bir altyapıya ve ittifaklar ağına da sahipti. Yıllarca süren öğrenci protestoları binlerce öğrencinin tutuklanmasıyla sonuçlansa da üniversitelerin, özelikle ciddi finansal ağırlığı olan Ivy Ligi üniversitelerin yatırımlarını bu şirketlerden çekeceklerini açıklamışıyla başarı kazanmışlardı.  Bu öğrenci hareketi aynı zamanda daha geniş çaplı apartheid karşıtı protestoların da bir parçası olmuş ve ABD kongresinin Güney Afrika’ya ekonomik ambargo yasasını 1986’da kabul etmesiyle sonlanmıştı. Bu ambargo yasası, Amerikan tarihinde nadiren görülen bir şekilde Kongre’nin, dış politikasını değiştirmeyi reddeden dönemin Cumhuriyetçi Başkan’ı Ronald Reagan’ın vetosunu 3’te 2 çoğunluğa ulaşarak çiğnemesiyle kabul edilmişti. Her ne kadar başkanların içişleri ve ekonomi konularındaki vetoları zaman zaman kongre tarafından çiğnense de dış siyaset daha partiler üstü kabul edildiğinden ABD Kongresi ve başkanı nadiren karşı karşıya gelirler. O dönem, Senato’nun da cumhuriyetçilerin kontrolünde olduğu düşünüldüğünde Reagan’ın vetosunun bozulmasının ne kadar büyük bir istisna olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Dış siyaset alanındaki bir vetonun bozulması otuz yıl boyunca tekrar görülmedi. Konuyu bu bağlamda değerlendirdiğimiz takdirde son haftalardaki gelişmeleri genel siyasi dinamikleri okumak açısından daha iyi yorumlayabiliriz.

1980’lerdeki apartheid karşıtı öğrenci hareketi, bugün Filistin’i destekleyen eylemlere hem organizasyon şekli ve kullandığı taktikler açısından hem de üniversite yönetimlerinin hareketin başlangıcında verdikleri aşırı tepkiler ve polis şiddeti açısından benziyor. Güney Afrika rejimini sembolize etmek için suntalardan gecekondular kurulmuştu, bugün Filistin’de yaşananları, kampüslerde kurulan çadır kamplar sembolize ediyor. O zaman da pek çok öğrenci işgali polis şiddeti ve tutuklamalarla sonlandırılmıştı, bugün her gün benzer haberler geliyor ABD kampüslerinden. O gün de pek çok akademisyen öğrencilerinin yanında ifade özgürlüğünü destekleyerek yer almış, yöneticilerin çoğunluğu ise öğrencilerin sivil itaatsizliklerine karşı durmuştu, bugün de benzer bir durum var. Ancak, önemli bir fark şu: Güney Afrika’daki beyaz ırkçı rejimi destekleyen öğrenciler, güçlü ırkçılık karşıtı gösteriler karşısında ciddi bir varlık gösterememişlerdi. Gaza’da yaşananlara karşı harekete geçilmesini destekleyen öğrenci hareketinin karşısındaysa, bu sefer, hem müslüman toplum ve topluluklara karşı yürütülen nefret söylemlerinden beslenen bir aşırı sağ öğrenci hareketi var hem de hem de kimlik siyasetini bir çeşit müşteri ilişkileri şeklinde kodlayan bazı üniversite yönetimleri.

ŞİRKET ÜNİVERSİTE

ABD’deki üniversiteler konuşulduğunda sıkça gözden kaçan bir nokta yüksek öğretimdeki finansal sistemin farklılığı. ABD’de üniversiteler, özellikle” Ivy” lig denilen seçkin özel üniversiteler ve “flagship” diye adlandırılan seçkin devlet üniversiteleri ciddi anlamda birer şirket. Bu şirketlerin milyonlarca dolarlık sermayeleri, farklı endüstrilerde yatırımları ve iş ortaklıkları var. Özellikle seçkin özel üniversitelerde vergiden muaf vakıf gelirleri bu üniversiteleri finansal alanda ciddi birer oyuncu yapıyor. Örneğin Harvard 50 milyar dolarlık bir vakıf gelirine sahip ve bu gelirler özellikle yüksek getirisi olan borsa yatırım fonlarında değerlendiriliyor. Bu meblağ yaklaşık olarak Türkiye’nin yıllık bütçe gelirinin beşte biri. Dahası, bu gelirler, öğrencilerden alınan harç ve yurt ücretleri gibi gelirlerden bağımsız üniversitenin kullanımına ayrılmış bir gelir. Bu gelirin dışında lisans öğrencileri ayrıca sene başına 70-80 bin dolarlık ödemeler de yapıyorlar bu üniversitelere. Dolayısıyla öğrenci protestolarındaki temel taleplerden biri üniversitelerin yatırımlarını Israil ile iş yapan şirketlerden çekmeleri. Nasıl ki 1980’lerde öğrencilerin kampüs işgallerinin talepleri üniversitelerin Güney Afrika’daki ırkçı rejimle ticaret yapan Kodak gibi şirketlerdeki yatırımlarını çekmesi idiyse, bugünkü protestolar da benzer bir taleple ortaya çıktılar. Dolayısıyla bir anlamda öğrenciler “müşteri boykotu” kartlarını kullanıyorlar.

FARKLI HAREKETLER

ABD’de kampüslerde iki farklı öğrenci hareketinin son 15 yıldır birbirine karşı ciddi şekilde konum aldığını göz ardı etmemek lazım. Bir yanda Occupy Wall Street’den Black Lives Matters’a kadar giden bir yelpazedeki sol/ilerici hareketler diğer yandaysa özellikle “kültür savaşları” sloganıyla yola çıkıp ifade özgürlüğü pankartının altına saklanarak yer edinen ve varlığını ciddi şekilde hissettiren aşırı sağ öğrenci hareketi. Özetle, kampüsler liberal/sol fildişi kuleler olmaktan bir hayli uzaklar. Kavramın en geniş tanımıyla sol diyebileceğimiz öğrenci gruplarının protestoları, özellikle polis şiddetine uğradıkça, medyada büyük ses getiriyor. Ancak çok daha “güçlü” bir şekilde konumlanan aşırı sağ öğrenci hareketi nadiren uluslararası haberlere yansıyor.

Bazı kampüslerde aşırı sağcı konuşmacıların protesto edilip konuşmalarına izin verilmemesi üzerine özellikle Trump taraftarı pek çok sağcı grup ifade özgürlüğü kısıtlaması yapılıyor diye üniversite yönetimlerine yüklenmişlerdi. Sağcı öğrenci gruplarının da organize olmasıyla beraber Mart 2019’da dönemin ABD Başkanı Donald Trump bir kanun hükmünde kararnameye imza atarak, üniversitelerin federal hükümet fonlarından yararlanabilmesi için ifade özgürlüğünü sağladıklarını kanıtlamasını şartını koşmuş ve bu şart hem eğitim alanında hem de insan hakları alanında pek çok STK’dan büyük tepki almıştı. Şimdiyse sağ öğrenci hareketleri Gaza’yı destekleyen öğrenci gruplarını “terörist sempatizanı” olmakla, Amerika değerlerine karşı olmakla ve öğrencilerin güvenliklerini tehdit ettikleri savıyla bu ifade özgürlüğü anlayışının dışında tutuyorlar. Temsilciler meclisinden geçen ve hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat üyelerden destek alan anti-semitizmle mücadele yasa tasarısını bu açıdan değerlendirmek de mümkün. Bir yandan da üniversite dışı gruplar üniversite öğrencileriyle daha yakından ilişki kurup muhafazakar/sağcı öğrenci desteklemek için bu olayları bir fırsat olarak da görüyorlar. Örneğin önde gelen devlet üniversitelerinden biri olan University of North Carolina’da Amerikan bayrağının yerine Filistin bayrağı çekilmesine karşı çıkan bir grup öğrencinin üye olduğu bir öğrenci kulübüne birkaç gün gibi kısa bir sürede yarım milyon dolarlık bağış yapıldı. Özetle, bu protestolar tam da ABD iç siyasetinin fay hatlarını iyice ortaya çıkarmaya başladılar.

KİMLİK SİYASETİ

Kampuslardaki aktivizmin baskılanması, özellikle şiddet kullanılarak baskılanması hem konuyu kamuoyu gündeminde tutuyor hem de üniversite yönetimlerinin ateşe körükle gitmesi protestoların yayılmasına sebep oluyor. Üniversite yöneticileri de kendilerini tanıdık bir ikilem içerisinde buluyorlar. Bir yanda kendilerine güvensizlik oyu veren ve öğrencilerini destekleyen akademisyenler, İsrail milliyetçiliğini savunan öğrenci grupları, öte yanda öğrenci protestolarını yeterince hızlı ve etkili bastırmadıkları için yöneticilere tepki gösterip paralarını çekmekle tehdit eden üniversitelere büyük meblağlarda para bağışlayan daha muhafazakâr kesimler. Bunun karşısında özellikle elit üniversite yönetimlerinin genelde aldıkları tutum Yahudi öğrencilerin kendilerini tehdit altında hissetmeleri dolayısıyla protestoları yasaklamak ve hatta dersleri çevrimiçi ortama alıp mezuniyet törenlerini iptal etmek. Öğrenciler olmasa ne de güzel yönetirdik maarifi durumu. İşin daha ironik noktası ise Gazze’deki insani drama karşı duran üniversite protestolarına pek çok Yahudi öğrencinin de katılmış olması, New York’taki bazı kampüslerde onlara özgü ibadet aralarının verilmesi. Hatta University of California, Los Angeles’ta çalışan Yahudi akademisyenler ve çalışanlardan 76 kişinin imzaladığı öğrenci protestolarının yanında durduklarını belirten açık mektup tam da protestocuların polis zoruyla dağıtılması için öne sürülen “Yahudi öğrencilerimizi ve hocalarımızı koruyoruz” savını çürütüyor.

Bu protesto zincirinin düşündürdüğü soru: Apartheid karşıtı protestolarda olduğu kadar geniş bir ölçeğe ulaşıp dış politikayı şekillendiren bir noktaya gelir mi bu protestolar? New York, Los Angeles ve Washington DC gibi uluslararası basının yoğunlukla haber yaptığı şehirlerdeki Columbia, University of California ve George Washington gibi prestijli üniversitelerin kendi öğrencilerine karşı polisleri çağırmasıyla beraber protestolar, ABD sınırlarını aşarak Kanada ve Avrupa’daki çeşitli üniversitelere yayıldı. Ancak bu öğrenci hareketi henüz 1980’lerde toplumun çeşitliği katmanlarıyla ve farklı organizasyonlar/sendikalarla kurulan ittifak ağı gibi bir ağa henüz sahip değil, dahası sağdan gelen bir karşı protesto dalgasıyla yüz yüze. 1960’lardan 80’lere güçlenerek gelen “özgür Güney Afrika” hareketinin en önemli müttefiki benzer bir şekilde ABD’deki ırkçı ayrımcılıkla mücadele eden “civil rights” hareketiydi. Bu güçlü ittifak hem ciddi bir örgütsel kapasite sağlamış hem de Soğuk Savaş ikliminin getirdiği, “Güney Afrika’ya ambargo uygularsak Sovyetler Birliği’nin ekmeğine yağ süreriz” diyen anti-komünist propagandayı kırabilmişti. Şu anki öğrenci hareketinin henüz böyle güçlü bir ittifakın parçası olmadığı görülüyor, her ne kadar ciddi bir destek görse de. Yaklaşan seçimler ve Biden’ın ve Cumhuriyetçilere kıyasla görece liberal kabul edilen Demokrat partiden pek çok vekilin öğrenci protestolarına karşı aldığı tutum da çok iyimser bir tablo çizmiyor. Dolayısıyla, bu protestonun nereye evirileceğini tarihsel ve yapısal farklılıkların da altını çizerek takip etmek gerek.

*Dr. Öğretim Üyesi