O eski zamanlarda, üniversite öğrencilerinin toplumsal sınıf konumları gündeme geldiğinde “küçük burjuva” der geçerdik. Bu satırların yazarı gibi çalışarak okuyanlarımız da “küçük burjuva” etiketine şüpheyle bakmazdı. Özel üniversitelerin yok denecek kadar az olduğu, kamu üniversitelerinin ise akademik ölçütler bakımından iç farklılaşmasının düşük olduğu zamanlardan söz ediyorum. 1990’lı yıllarla birlikte hem özel/ vakıf üniversite sayısı arttı, hem de üniversiter değer ve ölçütler bakımından şakül kaydı, muazzam bir iç farklılaşma yaşandı ve üniversite mezuniyeti açısından da derin bir eşitsizlik ortaya çıktı.


Erdoğan rejimi ise Boğaziçi örneğinde görüldüğü gibi az sayıdaki iyi üniversiteyi vasata yaklaştırmak için gözü kara bir çalışma yürütüyor. Bir anlamda sıralamada yukarda kalanları aşağıya çekerek farklılaşmayı gidermeye çalışıyor. Oysa bu eşitleyici (!) stratejisinin eğitimde değil toplumsal sınıf zemininde uygulanması gerekirdi, orada ise tam tersi yapılıyor, zengin daha zengin, yoksul ise çapı da genişletilerek daha yoksul kılınıyor.

Üniversiteler arası farklılaşmanın düşük olduğu eski zamanlarda toplumsal sınıf kökenleri bakımından oldukça farklılaşmış bir öğrenci kitlesi vardı. O eski zamanlarda ayrışık sınıf kökenlerine sahip öğrenciler, üniversitelerde görece türdeş bir öğrencilik deneyimi edinirlerdi. Örneğin bir diplomat çocuğu ile bir gündelikçi çocuğu, ODTÜ Beşeri kantininde aynı tost için sıraya girebilirdi. Henüz üniversite kampusları, sınıfsal farklılıkları görünür kılacak şekilde fuar alanlarını andırır hallere bürünmüş değillerdi. Farklı sınıf kökenlerine rağmen, öğrencilik deneyimi ve mezuniyet statüsü itibarıyla görece türdeş olanak ve koşullara sahip olmak “küçük burjuva” etiketi altındaki birlikteliğin de asli nedeniydi.

Neoliberal gündem birçok şey gibi üniversiteleri de kökten dönüştürdü. Akademik bilginin metalaşması, üniversite varlıklarının sermayeleşmesi ve bileşenlerinin (öğretim elemanı-öğrenci-personel) değersizleşmesi yönündeki dönüşüm eğilimleri uzun AKP yıllarında ifrata vardı. Bunların idaresi altında sadece bilgi değil, akademik unvanlar metalaştı; alınır-satılır varlıklara indirgenen akademik unvanlarla akademik kürsüler/kurullar para ve güç ilişkileri için araçsallaştırıldı. Bu kötülüğün neden yapıldığı açıklanmaya muhtaçtır, ama şimdilik kısa keselim; zira hayat devam ediyor, yüzbinlerce genç ellerinde YKS puanları ile şu sıralar üniversite tercihi peşindeler. Aralarında bu satırları okuyan varsa ne heyecanları ne umutları sönsün isterim. Bilimsel bilginin bireysel varoluşumuzun ve toplumsal etkileşimimizin belirleyici akslarından biri haline geldiği bir çağda, üniversite namına enseyi karartmak olur mu? Tabii ki üniversite kazanacak, tabii ki yeni Orta Çağ’ın engizisyon kostümlü tüccarları yine kaybedecek!

Bugün 208 üniversitemiz var; 40 yıl önce bu sayı sadece 20 idi; neoliberal dönüşümün eğitim alanında hissedildiği 1990’lı yıllarda sayı hızla artmaya başlamış, memleketin dümeni 2002’de AKP’ye teslim edildiğinde üniversite sayısı 74’e ulaşmıştı. Sonrası tufan… Bugün 200’ü aşkın üniversitede 8 milyonu aşkın öğrencimiz mevcut. Bilimde biçim öze mündemiçtir, ayıramazsınız; karşınızdaki patates çuvalı değil ki üniversite! Dolayısıyla bunların birçoğu için “hukuki olarak üniversite olup fiili olarak üniversiteleşme sürecini tamamlamamış” saptamasını yapmak yerinde olur.

Bu keşmekeş içinde akademik ölçütlerle hem üniversiteler arası hem de üniversite içi farklılaşma, uçurum görünümü almaya başladı. Üst grupta yer alan az sayıdaki üniversitelerde öğrenim gören öğrenciler arasında çalışarak-okuma yönünde gittikçe yaygınlaşan bir eğilim söz konusu. Bunda orta sınıf kökenli öğrencilerin yoksullaşması kadar, istihdam alan ve biçimlerinin yarattığı talep de etkili oluyor. Kurye, tezgahtar, komi vb pozisyonlarda part-time işçilik yapanlar arasında sometimes öğrencilik yapanların payı her geçen yıl artıyor.

Derinleşen iktisadi buhranın üniversite öğrenciliği üzerindeki etkileri hakkında veri temelli analiz ve değerlendirmelere büyük ihtiyaç var; zira söz konusu olan, geleceğimiz…