Öksüz oynaşa çıksa ay akşamdan doğar!
Erdoğan elindeki imkânlara öylesine güveniyor ki milyonların tepkisinden çekinmiyor, hatta yarattığı kasvetle kendi aleyhinde oy verecek olan insanları da karamsarlığa sürüklemek istiyor.
Doksanların sonunda televizyonda aylar boyunca yayımlanan bir klip vardı. O sıralar okuduğu bir şiirle “halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek” suçundan aldığı ceza nedeniyle -siyasi yasaklı ve- hapiste olan Recep Tayyip Erdoğan’ın sesinden dinletilen Necip Fazıl’ın Canım İstanbul şiiri, güzide İstanbul manzaralarının seyri eşliğinde, o dönem ülkenin tek müzik kanalı olan Kral TV’de çıkardı. Ana haber bültenlerinde Ecevit’in, Demirel’in ya da diğer siyasilerin yanında adı pek anılmasa da, doldurduğu şiir albümüyle yaptığı “yatay propaganda” sayesinde Ciguli’nin, Hilal Cebeci’nin v.s. yanından seslenerek hapiste olduğunu bir saniye bile unutturmamıştı insanlara Erdoğan. Yattığı o dört ay kırk yıl gibi anıldı bu yüzden, siyasi biyografisi efsanevi bir “kırklama” gibi anlatıldı, ajitasyonun siyasi hikmetini kendisi de kavradığından o dört aya dört elle sarıldı, yeri geldiğinde Batılı gazetecilere ifade özgürlüğü konusunda yapacaklarının teminatı olarak bile gösterdi o cezayı, o dört ayın sağladığı “mağdur edebiyatını” iktidara yükselirken sıklıkla kullandı, keza iktidarı boyunca da hiç terk etmedi.
Haliyle, Ekrem İmamoğlu’na verilen ceza geçtiğimiz haftanın yoğun gündeminde esaslı bir yer teşkil ederken, dış basını, muhalif yazını, hatta yandaş kalemleri bile içeren çok farklı mecralarda herkesin kendi kavlince değinmeden edemediği bir “ironi” de sık tarif edildi: Vaktiyle İstanbul Belediye Başkanı iken aldığı ceza nedeniyle siyasi yasaklı olan Erdoğan’ın şu anda ülkeyi yönetiyor olduğu “ironisi”.
Yandaşlar yargı sürecinin “tuhaflığından” başlayan eleştirilerinde örtülü ya da açık şekillerde bu cezanın İmamoğlu’nun “işine yarayacağından” veryansın etti bu nedenle. Bazı gazeteler el yükselterek “ceza daha kesinleşmeden şova başladılar” diye yazdı. “Kahraman devşiriyorlar” diyen kimi AK troller hâkimin FETÖ mensubu olabileceği söylentisini sosyal medyaya serpiştirirken, gelişmeleri sağ liberal bir potada eriten Abdulkadir Selvi gibiler ise “Erdoğan’ın da bu karardan rahatsız olacağını” düşündüklerini söyleyerek patrimonyal bir ulviyet misyonu biçtiler iktidara. Fakat hepsinin ortaklaştığı açık uçlu pozisyon -geçmişte de karşılaştığımız “Kendileri yapmışlardır” abukluğu ile “Yargı bağımsızlığı canım, elden ne gelir” sabukluğu arasında durarak- yönünü sürecin gidişatına göre tayin edebilecek bir eşikte duruyor.
Dış basında da çok vurgulanan bu malum “ironi” kimi muhalif cenahta bir motivasyon kaynağı haline de geldi. İmamoğlu’nun -karar açıklandıktan sonra Saraçhane’deki ilk konuşmasında- Erdoğan’ın yirmi küsur yıl evvel yaptığı bir açıklamadan alıntı yaparak “umudunun bine katlandığını” söylemesinin de etkisi oldu bunda kuşkusuz, Altılı Masa liderlerinin vurgularının da… Gelgelelim dikkat edilmesi gereken önemli bir şey var: Bu ironik benzeştirme kallavi bir anakroni de içeriyor, yani Erdoğan’ı siyasi kariyerinde tırmanışa geçiren cezayı aldığı konjonktür ile içerisinde bulunduğumuz konjonktür arasında bulunan devasa farkı görmezden gelmemek, hasmının varsayımlarına tutsak olmamak gerekiyor. Zira kararın siyasi olduğu ve yargı bağımsızlığı tartışmalarının çok ötesinde bir anlama geldiği herkes için açık olduğu gibi, saray iktidarının politik ikbali açısından bunun ne tür bir stratejik işlevi olduğu da pek muamma değil.
Evrensel yazarı Hakkı Özdal söz konusu tartışma henüz yeni başladığında bir sosyal medya iletisiyle dikkat çekti buna: “RTE’yi içeri atarlarken bir politik proje çalışıyordu: Büyük sermaye, devlet (ordu+bürokrasi) ve bazı ‘sivil’ toplum bir araya getirilmişti. Burada, köksüz adliye militanları var sadece” diye yazdı. Buna “dezenformasyon/sansür” yasasından iktidarın elde tuttuğu medya tekeline, tüm kurum ve kuruluşları sarmış aparatlar silsilesinden kolluk gücüne varan değişkenlerin ‘homojenliği’ de eklenebilir kuşkusuz. Sözün özü: İmamoğlu’nun kazandığı seçimi tekrar ettiren, başkanlığı boyunca ödeneklerini kısıp İBB’nin çalışmalarını bürokratik bariyerlerle engellemeye çalışan Saray’ın, son derece temelsiz olan iddianamenin hazırlanmasından hâkimin değiştirilmesine kadar varan süreçte bu davaya müdahil olmadığı düşünülemez. Çünkü Erdoğan’ın bilindik ezberci, kaba rövanşist ve intikamcı refleksleriyle büyük ölçüde ahenkli olan bu “ısmarlama ceza”, seçimden evvel istinaf ve Yargıtay süreçlerinde onanırsa ilk elden İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığını imkânsız hale getiriyor.
Diğer mesele de propaganda eşitsizliği ile ilgili. Seçim yaklaştıkça baskıyı artıran sarayın tıpkı referandum sürecinde “hayır” propagandasını terör eylemi olarak lanse ettiği, hatta sudan bahanelerle engellediği, yanı sıra tüm kamu kaynaklarını kendi kampanyaları için kullandığı gibi, İBB’nin geniş imkânlarına da göz dikmiş olduğunu, en azından bu imkânların muhalefetin elinde olmasını istemediğini söyleyenler az değil.
Dikkat etmek gerekir ki Erdoğan uzun yıllardır bu çeşit taarruzlarını devlet aygıtlarının seferberliğiyle gerçekleştirmeye ve kendisine karşı oluşan geniş kamuoyunu yine aynı aygıtlarla bastırmaya fazlasıyla alıştı. Sokağın terörize edilerek toplumsal muhalefetin sindirilmesinde baskı aygıtlarının kullanıldığı gibi, “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş’ın, gazetecilerin, en son Gezi direnişçilerinin hapsedildiği süreçlerde de yargı tipik bir “aygıt” olarak kullanıldı. Tüm bunlara karşı çıkanların bin bir tertiple alıkonulduğu yetmez gibi, son derece kısıtlı muhalif yayın organlarında bu hukuki skandalların haberleştirilerek yayınlanmasına bile ceza yağdırıldı. Hülasa bu “hamlenin” başka bir hedefinin de muhalif kamuoyu olduğunu anlamak gerekiyor bu yüzden. Erdoğan elindeki imkânlara öylesine güveniyor ki milyonların tepkisinden çekinmiyor, hatta yarattığı kasvetle kendi aleyhinde oy verecek olan insanları da karamsarlığa sürüklemek istiyor.
Nihayet, gelişkin devlet olanaklarının tek şahıs egemenliğine ahdedildiği, keyfi karalama kampanyaları ve siyasi kumpaslar için kullanıldığı böyle bir dönemde, yargı eliyle muhalefetin gündemini dahi tayin edebilen bir iktidarın boyunduruğunda şekillenen mevcut siyasi konjonktürde İmamoğlu’nun “mağduriyetinin” Erdoğan’ınki gibi bir etki yaratacağını düşünmek fazlaca iyimserlik anlamına geliyor. Misal, bugün mahpus olan Demirtaş ya da -hapse düşerse- İmamoğlu geçmişte Erdoğan’ın yaptığı gibi bir klip yayımlayacak olsa, ana akımda yer bulmak şöyle dursun sosyal medyada paylaşılmasını bile “suç” sayar, insanları içeri atarlar. Bunun kamuoyunda tartışılmasını imkânsız hale getirir, bilhassa apolitik yığınların onunla bir duygudaşlık geliştirmesini engellerler. Öksüz oynaşa çıksa ay akşamdan doğar. Tarikatta yapılan çocuk istismarının teşhirinden dahi “mağdur” olabilen İslamcılar, sırf o pek sevdikleri “mağduriyet” edebiyatını İmamoğlu’na kaptırmamak için bile her şeyi yapar. Bu kertede zaten koltuğunun altındaki referandum kozu ve “başörtüsü” temasına hapsedilmiş Anayasa değişikliği gündemi sayesinde din tacirliğinden “Aile elden gidiyor” vesvesesine uzanan bir kulvar yakalayan Erdoğan ise, kararı kınasa bile önümüzdeki seçimleri böyle hukuki “talihsizlikleri” paranteze alan bir “iman referandumuna” çevirmek için her türlü şovenliğe sarılmaya devam edecektir. “Cumhuriyet’in yüzüncü yılına” denk getirilen seçimde, rejimin eski müstevlilerinin ve hatta “İslam düşmanlarının” gölgesindeki bir asırlık “mağduriyetin” propagandasını yapacak, hatta kaybetme ihtimalinde bile aynı dinci şovenlikle evvela sokakları, daha sonra iktidarı teslim etmemek için elinden geleni ardına koymayacaktır.