İktidarda bir değişim gerçekleşmezse neler olabileceğini düşünmek, bunu sık sık vurgulamak muhalefetteki kör tartışmaların sona erdirilmesinin yaşamsal önemini hatırlatabilir.

Ölümden korkup da gününü saymak

İnsanoğlu ana karnında başlayan hücre yenilenmesini bir yaşa kadar sürdürebilir; sonra Ahmet Haşim’in “ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” diye pek güzel anlattığı zamanlara sıra gelir. “Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” diye anlattığı ise ölüm korkusunun şairane tasviridir. Ölüm korkusu ölümden değil, çaresi yoktur çünkü onun, korkudan kaçma duygusunu pekiştirir. Gittikçe daralan alanda eli kolu bağlı insanların kendilerini yalnız hissetmeleri ya da gerçekten yalnız kalmaları korkuyu içselleştirmelerine yol açar. Sonrası rehavet, teslimiyet ve yıkımdır. Bu duyguyu iyi bilen ve ustalıkla kullanan siyaset, çaresizliğin dipsiz kuyusunda teslim almak ister insanı. Sistem böyle ayakta kalır; onun bir gün mutlaka yıkılacak siyasetçileri bunun üzerinde var olmayı, ömürlerini uzatmayı başarırlar.

Üstelik biz olanakları sınırlı, yalancısı bol, dinsel ideolojinin bir türlü üstesinden gelinememiş tevekkülüne mahkûm insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Anlamı, kapsamı belirsiz, yalnızca ekonomik verilere dayalı “gelişmekte olan ülkeler” klasmanına hapsedilmiş bir ülkedir Türkiye. “Gelişmekte olan ülke” tanımı yanıltıcıdır, pek bir şey söylemez; Egemen siyaset, yoksulların, çalışanların durumunun iyi olmadığını gizleyerek zenginler kulübüne, emperyalist kapitalist merkezlere yakın bir konumda olduğu propagandasına bu nedenle hız verir. Oysa bu janjanlı, parıltılı masalın kiri, pası silindiğinde geriliğin kültürel politik tüm öğelerini Türkiye’de görebilirsiniz. Kuşkusuz Türkiye büyük bir potansiyele sahip, ufku açık bir ülkedir ama şimdi vahşi bir sistemin, ülkeyi karanlığa mahkûm etmekte kararlı bir siyasetin tuzağındadır. Peki, bu gerçeklere karşın bu boş iddialar, bu parıltılı söylem nasıl ayakta kalabiliyor? Geçici yanıt, teknolojik gelişmenin tüketimde sınır tanımayan karakterinin de katkısıyla bu türden sanal bir gerçekliğin yaratılabiliyor olmasıdır.

Geriliğin başka ölçüleri de var

Ellen Meikins Wood “Kapitalizmin anarşik bir sistem olduğunu” öne sürerek “Piyasanın ‘yasaları’, sürekli olarak toplumsal düzenin bozulması bakımından bir tehdit oluşturur” der. Tezini “Başka herhangi bir toplumsal biçime göre kapitalizm toplumsal düzenlemelerinde daha çok istikrar ve öngörülebilirlik ihtiyacındadır” diye savunan Wood’un, “Peki bu gereksinimi kim karşılayacak?” sorusuna yanıtı şöyledir: “Ulusal devlet baskıcı gücüyle desteklediği, ayrıntılı bir yasal ve kuramsal çerçeve sağlayarak bu istikrar ve öngörülebilirlik ihtiyacını karşılar; böylece kapitalizmde karmaşık sözleşme aygıtı ve girift finansal işlemleri olan mülkiyet ilişkilerini ayakta tutar.”(Sermaye İmparatorluğu. sf. 33 Yordam Kitap) Türkiye’de sistem Wood’un söylediği gibi anarşik bir karakterdedir. İktidarı yüzde 34’lük bir oy oranıyla seçilmiş, önceki iktidar partilerinin bıraktığı ya da yarattığı boşluğu rakipsiz olarak doldurmuş bir parti bu anarşik yapıyı sürekli hale getirdi. Bunun nedeni iktidardaki siyasetin rejimi kökten değiştirme çabasıdır.

Peki, siyasi iktidar bu kaotik yapıyı nasıl oluyor da koruyabiliyor, klasik kapitalizmin kurallarını kendine uydurabiliyor, devlet “yasal ve kuramsal çerçeve sağlayarak bu istikrar ve öngörülebilirlik ihtiyacını” nasıl karşılayabiliyor? Aslında iktidarın yöntemi, kargaşa içinde daha yüksek sömürü oranlarını garanti etmek, siyasi olarak kendine bağlı sermaye gurubunu beslemek, işçi sınıfının muhtemel itirazlarının güçle bastırılacağı konusunda güvence vermek ve bunu her grev direniş girişiminde kanıtlamak, aynı zamanda kapitalistlerin kendileri için bir ufuk, sistemin bekası bakımından bir güvence saydıkları, Batı ile, somut olarak AB ile ilişkilerin günün birinde iyileşeceği umudunu canlı tutmakta somutlanıyor. Hepsi budur; devlet desteğine sıkı sıkı bağlı, sübvanse edilmeye alışmış sermaye cephesinden ciddi bir itiraz söz konusu değildir, olmayacaktır.

Bu işe yarar politikanın temelinde “Makyavelist” bir tutum hâkimdir. Bu politika, yasal olanla yasadışının, güç ile şantajın, iktidarı sürdürmek için gerekli görülen her aracın kullanılmasının mubah olduğu günübirlik, pragmatik bir anlayışa dayanıyor. Hep yanlış anlaşılmaya mahkûm Machiavelli “Prens” adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu politik yöntemler tablosunu “Discourses...” adlı eserinde geride bırakır. Ama özellikle otoriter yöntemleri yeğleyen liderler daha çok Prens’te dile getirilen Makyavelist anlayışı tercih ederler. Peki, otoriter iktidar daha ne kadar ayakta kalabilir? Bunun muhalefete, onun tutarlı bir politik çizgi izleyip izlememesine bağlı olduğunu biliyoruz. Önümüzdeki günlerde “Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” tartışmasının körelttiği, dur denilmezse yıkıcı olabilecek gelişmelerin yeniden yapıcı bir arayışa dönüşmesi beklenir. Belki de artık bu tartışmayı sona erdirmek ve en geniş muhalefet güçlerinin onayını alabilecek bir adayın ilan edilmesi iktidarın ustaca kullandığı stratejiyi boşa çıkarabilir.

“Mümkün olan” tuzağı

Öyleyse sol da hayale kapılmadan çıkış yolu üzerinde yoğunlaşabilir. İktidarda bir değişim gerçekleşmezse neler olabileceğini düşünmek, bunu sık sık vurgulamak muhalefetteki kör tartışmaların sona erdirilmesinin yaşamsal önemini hatırlatabilir. Tersi ise “mümkün olan” tuzağına düşmek “elimizden gelen budur” teslimiyeti olur. Bu can sıkıcı “mümkün olan” tuzağından kurtulabilmenin yolu nicel güç meselesine takılmamak, niceliğin aritmetiğin dört işlemi ile hesaplanmadığını, devrimci değişimlerin nicel-nitel tanımının, ilişkisinin farklı olduğunu kavrayabilmekle açılır.

Muhtemel bir yenilginin yalnızca siyasi değil, kültürel toplumsal psikolojik sonuçları da olacaktır. Geniş anlamda yasal ya da yasadışı yapısal değişimlere karşı hepimizde derin bir şekilde kendini gösteren öfkeden, yılgınlıktan, korkudan söz ediyorum. Öfkenin değişime kanalize edilmesinin, yılgınlığın, artan, yoğunlaşan baskıdan kaynaklanan korkunun yaygınlaşmasının önlenmesinin yaşamsal olduğu, bu kültürel alanın olağanüstü çaba gerektirdiği görüşüme katılır mısınız bilmem; ama bu alanda kendini gittikçe daha fazla gösteren belirsizliğin bir hastalık olarak yayıldığı gözle görülebiliyor. Ama aynı zamanda öfkenin insanlara, kimi ideolojik tuzakların üstünden atlama cesareti verdiği de ortada. Üstelik bu öfke, soyguna talana karşı itiraz gizlenemez hale geliyor, her gün biraz daha açık bir şekilde sömürü mekanizmalarına tepkiye dönüşüyor.

Öyleyse muhalefetin anlamsız tartışmaları bir yana bırakıp bu gelip geçici konjonktürel olabilecek şansı iyi değerlendirmesi, meşru olmayan bir alanda siyaset yapan iktidara karşı meşruiyet tuzağına düşmemesi daha doğru olmaz mı; “ölümden korkup da gününü saymak” yenilgiye baştan teslim olmak değil midir?

***

Bu öfkenin enine boyuna tahlil edilmesinde büyük yarar vardır. Çünkü bu günlerde iktidarı hâlâ desteklemekte olanlar bile öfkelerini çaresizliğin sığınağında yatıştırmaya çalışıyorlar. Eğer gerçek anlatılabilirse öfkelerinin bu sığınaktan çıkacağından emin olabiliriz. Çünkü gerçek ilk defa bu kadar ideolojinin tozundan, dumanından, yalanından, dolanından, sisinden kurtulma şansına sahip oldu. Gerçeği anlatacak olanlar, dilin anlatılmak istenenle bir bütün oluşturduğunu kavrayamayan jargondan, akademinin anlaşılmak gibi bir derdi olmayan söyleminden kurtulabilirse, çok şey hızla değişecektir. “Ama bazı konular başka bir dille anlatılamaz ki” diyenlere hak veriyorum ama o dilin halkın diline çevrilemeyeceğini söyleyenlere hak vermek mümkün değildir.