Sadece 418 milyar doların hesabının değil, bütün yolsuzlukların, kurumlara ve işleyişlerine verilen zararların hesabının sorulması konusunda bir sözün de verilmesi gerekiyor.

Öncelikli değişim talebi adalettir
Fotoğraf: DepoPhotos

Mustafa KARADAĞ

21 yıllık AKP iktidarı ve 5 yıllık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adındaki tek adam rejiminin ardından toplumda bir değişim talebi ciddi şekilde belirginleşti. Bir iktidar değişikliğinin olması gerektiği yönünde toplumsal bir mutabakat oluştu. Bu düşüncenin gelişmesinde 21 yıllık yoksullaştırma, eğitimsizleştirme ve yoksunlaştırma politikasının kuşkusuz etkisi var, ama 6 Şubat depremindeki afet yönetimsizliğinin ve “devlet yokluğu” halinin ciddi bir önemi olduğu muhakkak. Başka türlü söylemek gerekirse, iktidarın yoksullaştırma, eğitimsizleştirme ve yoksunlaştırma politikası da artık kendisini kurtarmaya yetmiyor.


AKP iktidarı ve tek adam yönetiminin her geçen gün artan otoriter yanı, yandaşlarını, ailesini zenginleştirme istek ve gayreti, hak ve özgürlükleri kısıtlama, devlet mekanizmalarını yozlaştırma, yargıyı ortadan kaldırma ve laiklik karşıtı yapılanmaları destekleme, eğitimi din eğitimine indirgeme, üretimi, tarımı ve sanayiyi inşaat yapımına feda etme ve bütün istihdamı inşaata bağlama politikaları halkın içindeki umudu çoktan yok etmiş durumda. Toplum artık bu siyasetin değişmesini talep ediyor. Kadınlar 8 Mart anmalarında polis şiddetine maruz kalmak istemiyorlar.

Talep ediyor, ama taleplerin karşılanması ve değişimin şekli önümüzde duran en önemli sorun. Deyim yerindeyse devletin müesses nizamı bizatihi iktidar, devletin başkanı olan Cumhurbaşkanı tarafından yok edilmiş vaziyette. Burada bahsettiğimiz şey sadece liyakatsiz kişilerin layık olmadıkları yere atanmaları değil işleyişlerinin denetlenemez hale getirilerek kurumsal yapıların içlerinin boşaltılması. Yani değişim paradigmal bir değişim olmalı. Değişimi sağlayacak olan da siyasi irade ve liyakatli bürokratlar. Yoğun bir yasalaşma süreci de ne yazık ki kapının önünde duruyor. Özet, 14 Mayıs sonrasında topyekûn bir çalışma gerekiyor. Sivil toplumun ise bu faaliyetlere katılımını sağlayarak çoğulculuğun yaşama geçirilmesi ise olmazsa olmazlardan biri.

10/7/2018 tarih ve 30474 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 3 sayılı Üst Kademe Kamu Yöneticileri İle Kamu Kurum Ve Kuruluşlarında Atama Usullerine Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine ekli cetvelde yer alan, valilerden tutun Diyanet İşleri Başkanına, YÖK Başkanından Sayıştay Başsavcısına, Büyükelçilerden MİT Başkanına kadar bir yığın üst düzey kamu görevlisinin görevi 14 Mayısta kendiliğinden sona erecek. Sanıyorum, tam burada, valilerden tutun özerk kurumların başkanlarına kadar, genel müdürlerden il müdürlerine kadar hepsinin neden ölçüsüz bir şekilde Cumhurbaşkanının yanında/arkasında, sağında solunda olduklarını anlamanın kolay olacağı söylenebilir.

Bu sorunların çözümü ise seçilmesi kesin olan 13. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun şimdiden liyakatli bir kadro belirlemesi, buna hazır olması ve ittifak halinin yaratacağı politik ve popülist seçimlere, önerilere mesafeli durması.15 Mayıs günü YÖK Başkanının, valilerin, büyükelçilerin kimler olacağı konusunda tereddüt ve gereksiz polemiklerden kaçınması gerekiyor. Bu kadar hızlı davranılmasını önerme sebeplerimiz arasında en önemlisi olası yolsuzluk evrakının yok edilmesi, hesap sormanın engellenmesi faaliyetleridir. Kuşkusuz sorunlardan biri de Hatay örneğinde olduğu gibi 14 Mayıs gününe kadar arşivin imhasına engel olunmasıdır.

Millet ittifakı ve destekleyen siyasi partilerin yetkili organlarının 15 Mayıs günü uygulanacak politikaları belirleyeceklerinden şüphemiz yok. Topluma, politik duruşlarını ve çözüm yollarını anlatmak zaten propaganda sürecinin bir parçası. Sadece 418 milyar doların hesabının değil, bütün yolsuzlukların, kurumlara ve işleyişlerine verilen zararların hesabının sorulması konusunda bir sözün de verilmesi gerekiyor.

Arpalık haline getirilmiş kadroların temizlenmesi, çok maaşlara son verilmesi en kolayı, fakat birde 3 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesine ekli (1) sayılı listede yer almayan yargı bürokratları var. Anayasa Mahkemesi’nden başlayın, Yargıtay, Danıştay üyeleri ve ilk derece yargıç ve savcılarına kadar AKP ve MHP ile siyasi birliktelik yaşayan, siyasal alanlarda görev alan yargı bürokratları var. Yargı bürokratları dememizin nedeni ise kendilerinin bu konumu benimsemiş olmalarıdır. AKP’nin yarattığı, AİHM ve AYM kararlarını uygulamamakta ısrar eden, iktidara bağımlı, hak ve özgürlük temelli eylemlerle “mücadelede” iktidarın önünde giden, siyasi parti ilişikli yargı mensuplarının var olmalarına izin verilmesi, yönetememe halinin ortaya çıkması bakımından yeni dönem için en tehlikeli risklerin en önde geleni. Sorunun çözümü ise çok basit, Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile Seçim Yasası bu sorunların hukuka uygun bir biçimde çözülmesine olanak veriyor. Yani, hukukun dışına çıkılmadan, yargı bağımsızlığını zedeleyen, tarafsız davranmayan, siyasi iktidarın işaretleri yönünde görev yapan partili yargıç ve savcıların meslekle ilişiklerinin kesilmesi mümkün.

1 Temmuz 2016 tarihinde çıkarılan, yüksek mahkeme üyelerinin üyeliklerine son veren yasa sonucunda sadece 2014 HSYK seçimlerinde iktidarla işbirliği yapanların yeniden yüksek mahkeme üyeliğine seçilmeleri FETÖ ile mücadele cümlesiyle meşrulaştırılamaz. Bu seçim yönteminin sonucunda birçok kökleşmiş içtihattan dönülmesi, Soma davası örneğinde olduğu gibi kısa süre içinde ve Daireye üç yeni üyenin atanması ve onların oylarıyla kararın değişmesi, YARSAV Başkanı Murat Arslan, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Gezi davası sanıkları Osman Kavala, Avukat Can Atalay, Mücella Yapıcı (isimlerini sayamadıklarım bağışlasınlar) gibi namuslu insanların kanıtsız, bile bile mahkûm ve tutsak edilmesi, hukuksuzluğa maruz kaldığını düşündüğüm Rahip Bronson ve gazeteci Deniz Yücel’in her bakımdan “tahliye” yöntemleri ve pek çok yargı ihlalleri yargının öncelikle bağımsızlığının sağlanması, kendilerine karşı bile bağımsız, bilgili, ilgili, liyakatli bir yargı kadrosunun temini ile mümkün olacağı da özlediğimiz, umduğumuz, beklediğimiz bir gerçekliktir.

Yüksekliği elinden alınan, Anayasa’da mahkemelerin bağımsızlığı esasına göre görev yapacağı yazılı Hâkimler ve Savcılar Kurulunun getirildiği son halden ve pazarlık yöntemiyle üye seçilmesi usulünden de derhal vazgeçilmeli, iktidarın baskıcı politika ve kararlarına karşı çıkan Yargıçlar Sendikası ve YARSAV üyelerinin sürülmesi, emekliliğe zorlanması, disiplin cezalarıyla tehdit edilmelerinin, hukuka aykırı şekilde cezalandırılmalarının önüne geçecek yasal düzenlemelerin yapılması zorunludur. Ve bu işlem ve düzenlemeleri yaparken yargının tümüyle AKP iktidarına teslimi sonucunu doğuran yapılara, yargı bürokratlarına asla bu kurullarda yer verilmemelidir. Unutmayalım ki değişim taleplerinin en önünde “adalet” vardır.

14 Mayıs günü insanlar; hukuku ve adaletin, ahlakın egemen olduğu bir ülke için, kadınların 8 Mart anmalarında şiddete uğramamaları için, depremlerde devletin beceriksizliği örtme çabası yerine yaraları sardığını görmek için, Taksim Meydanı’nın hak ve özgürlük taleplerine taleplerinin dile getirilmesine açılması için, Yüksel Caddesi’ndeki seyyar karakolun kaldırılması için, hâsılı gelecek güzel günler için oy kullanacaklar. 15 Mayıs sabahı baharın geldiğini görmek istiyorlar.

Değişim şart.