Önemli şeylere sessiz kaldığımız gün hayatımız sona erer*
Uzun bir geçmişi olan ve yıllardır her fırsatta ODTÜ’lü olmak kadar bu köklü topluluğun mezunları olmakla da övünen bir öğrenci kulübünün mezunlar grubu, öğrencilere destek olmak şöyle dursun, yüreğini ve canını ortaya koymuş gençler için harekete geçip eylemde bulunmayı reddetti.

Yeşim KAPTAN - *Doçent Doktor, Kent State Üniversitesi
Geçtiğimiz haftadan bu yana Türkiye’de yaşananlar belki pek çoğumuzun beklemediği ve öngörmediği toplumsal olaylardı. Muhalefet partisinden yıllardır bekledikleri performansı göremeyen, hayal kırıklığına uğramış gençler hem üniversitelerini hem haklarını hem hukuk ve adaleti hem de çalınan geleceklerini savunmak için demokratik haklarını kullanarak sokağa çıktılar ve muhalif hareketin öncüsü oldular. Bu kez gençler muhalefet partilerini değil muhalefet partileri gençleri takip ederek bir eylem planı yapmak zorunda kaldılar. Çoğu üniversiteli olan gençler kısa sürede geniş bir toplumsal desteği de arkalarına aldılar. İstanbul Üniversitesi’nde başlayan protestolar hızla diğer üniversitelere de yayıldı.
Ankara’da ODTÜ geçmişten gelen protesto geleneğine dayanarak eylemlerde biraz daha öne çıktı ve direniş merkezlerinden biri haline geldi. Ankara’daki binlerce öğrenci kendi kampüslerinde olduğu kadar ODTÜ’deki eylemlere de dahil oldular veya destek verdiler. Öğrenciler soğuğa ve baskıya rağmen TOMA’ların önünde durdular. Yoğun biber gazı, plastik mermi ve ses bombası saldırılarına rağmen geri çekilmediler. Gözaltına alındılar, yerlerde sürüklendiler, dövüldüler.
Tüm bunlar olurken ODTÜ rektörlüğünün ve hükümetçe atanmış sadık rektörün bu zulme ses çıkarmasını ve karşı durmasını kimse beklemiyordu. Ancak geniş ODTÜ camiasından birkaç mezunlar derneğinin ortak yayınladığı bildiri dışında hiç ses çıkmadı. Bunu da beklemiyorduk. Örneğin, uzun bir geçmişi olan ve yıllardır her fırsatta ODTÜ’lü olmak kadar bu köklü topluluğun mezunları olmakla da övünen bir öğrenci kulübünün mezunlar grubu öğrencilere destek olmak şöyle dursun, yüreğini ve canını ortaya koymuş gençler için harekete geçip eylemde bulunmayı reddetti.
Söylemde çoğu sol gelenekten gelen ve bu ülkeyi halk oyunlarına ve halk kültürüne sahip çıkacak kadar seven bu organizasyonun üyeleri nedense ODTÜ öğrencisine sahip çıkmak ve gençlerin zarar görmemesi için elinden geleni yapmak yerine WhatsApp gruplarındaki birkaç yazışmanın ülkenin sorunlarını çözmek için kâfi olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki Türkiye’nin olağanüstü siyasi ortamında elini taşın altına koymak yerine gezi programları paylaşmayı tercih etti. Tabii ki gezmek, görmek, oynamak, eğlenmek en temel insan hakkıdır. Ancak ismiyle her fırsatta övündüğü kurumunun öğrencilerine sahip çıkmak, orantısız şiddete karşı gelmek, gencecik bedenlere yapılan eziyete sessiz kalmamak ve sorumluluk almak bir sivil toplum kuruluşunun temel görevi ve önceliğidir.
Sessizlik ve eylemsizlik bilinçli bir tercihtir ve toplumsal bağlama göre bir direniş şekli olabilir. İstanbul’daki gösterilerde Ekrem İmamoğlu tişörtü ile polisin karşısında duran üniversite öğrencisi genç kadın eylemsizliği bir eylem ve protesto şekline dönüştürmüştür. Benzer şekilde Gezi eylemleri sırasında halk arasında “dinelen adam” diye tabir edilen, çoğu üniversiteli erkek öğrenci olduğu için “duran adam” (duran eylemci) olarak tarihe geçen gençler bedenin hareketsiz ve sessiz bir protesto aracına dönüşmesinin ve eylemsiz eylemliliğin en güzel örneklerini vermişlerdir. Ortada bir protesto vardır ama doğrudan atfedilebilecek bir suç yoktur.
John Lennon’un dediği gibi “Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizinle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey şiddet dışı eylemler ve mizahtır.” “Duran eylemci” tam da bu nedenle başarılı olmuştur.
İşte bu noktada mezun dernekleri ve mezunların öğrenci topluluklarının sivil toplumun bir parçası olarak öne çıkması, şiddetin önlenmesi, gençlerin örselenmemesi, ilkelerin korunması ve atılan nutukların lafta kalmaması için önemlidir.
Gramsci’nin sivil toplum ve devlet ayrımı teorisi üzerinden düşünecek olursak sivil toplum siyasi toplumdan farklı olarak, egemen sınıfın hâkimiyetini güçten ziyade kültürel ve ideolojik hegemonya yoluyla sürdürdüğü ve rızanın geliştirildiği çok önemli bir mücadele alanıdır. Gramsci sivil toplumu, gönüllü kuruluşlar ve STK’lardan oluşan kamusal alan olarak tanımlar. Bu alanda sendikalar, siyasi partiler ve STK’lar burjuva devletinden imtiyazlar elde ederek karşılığında fikirlerin ve inançların şekillendirilmesinde, burjuva hegemonyasının medya, üniversiteler ve dinsel kurumlar aracılığıyla kültürel yaşamda yeniden üretilip pekiştirilmesine, rıza ve meşruiyetin üretilmesine yardımcı olur.
Bu mücadele alanı potansiyel olarak egemen olana direnme dinamiklerini de içinde taşır. Hegemonya gibi karşı-hegemonya da egemen olanın kültürel ve kurumsal temellerine meydan okuyan sosyal ve siyasi aktörlerin çabaları sonucu sivil toplumda kurulur. Ancak sivil toplumun başarılı olmasının yolu şiddete sessiz kalmaktan, aldığı küçük kaleleri korumaktan, “nasılsa tuzumuz kuru” ya da “benden sonra tufan” mantığından geçmez.
Sivil toplum günlük pratiklerin, direniş ve protestoların alanı olmaktan uzaklaştığı zaman egemenlerin tahakkümü altına girer. İçinde yaşadığımız bu olağanüstü günlerdeki sessizliklere ithafen bu yazıyı Umberto Eco’ya atfedilen bir sözle bitirelim: “İnsanlar kundakçı olarak doğarlar, itfaiyeci olarak ölürler.” ODTÜ mezun öğrenci toplulukları gibi sivil toplum kuruluşlarımızın yangına körükle gitmeme bilincini taşırken aynı zamanda itfaiyecilik rolüne kendini kaptırmaması temennimizdir.
*Martin Luther King Jr.’ın "Hayatlarımız, önemli şeyler hakkında sessiz kaldığımız gün sona ermeye başlar" sözünden yola çıkarak.