Önemsiz günler ve haftalar-25

7 GÜN 1 HAFTA

“Bir varmış bir yokmuş, tanrının günü çokmuş...” diye başlayayım dedim, başladım da, birden Can Yücel’in dizesi geldi aklıma, dokunaklı, öyle ki, bıraksalar, 7 günün 7’si de ayrı ayrı ağlar buna, “Bana bir varmış de/bir varmış bir yokmuş deme/İçime dokunuyor.”

Bir varmış, iki varmış, yediye kadar varmış, tanrı dünyayı 7 günde yarattığı için, hem 7 gün 1 hafta sayılmış hem de 7 en kutsal sayılardan olmuş, hatta en kutsal! 7’yle ilgili masal da mesel de misal de çoktur, daha da olsun!

Ben de bir haftayı tümüyle ‘7 Haftası’ olarak ayıralım, sevelim, kutlayalım derim. O hafta ne yapacağımıza gelince, herkes kendince, isteğince, gönlünce bir şeyler bulur, üretir, yaratır elbette. Ben de hem 7’ye eski dille meftun, yeni dille daha da meftun bir ‘tutkun’ olarak hem de bol bol yedili yazılar yazan biri olarak, bu arada pis yediliyi de bilmem, baştan söyleyeyim, kimi düşünce ve önerilerimi sunmak isterim.

Bu gayet resmi ve dahi devletli cümleden sonra, sanki bu cümle beğenilirse, edep dairesinde, ahlaka mugayir olmadığı belgelenirse, yazılarıma Basın İlan Kurumu’ndan ilan alacakmışım gibi, güzel güzel, efendice başlıyorum yazmaya.

7 haftası olsun bir haftamız da, isteyen günlerden birini seçsin, haftanın gününden bol ne var? Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi ve dahi pazar, 7 gün 7’si de birbirinden günaçıcı, gündemli, güngüzeli gün. Benim günüm belli, bir haftanın 7 gününü de o gün olarak yaşamak isterim doğrusu... Aklınıza ilk cumartesi geldi biliyorum ama değil, cumartesiyi çok severim, orası ayrı. Ama 7 günü de cumartesi gibi yaşamak ister miyim, orası biraz şüpheli işte!

Yazının sonu ne güne duruyor, elbette o güne, size gününüzü göstermeyeceğim ama günümü göstereceğim ben de! O güne dek haftanın 7 gününü şöyle bir gezelim görelim isterim. “Vira Bismillah” mı demeli günlerin denizine açılır gibi, yoksa ilk alıcının gelmesiyle sevinen pazarcı gibi “Sifta Bismillah” mı? Sifta, siftah, sefte, şefte... Çok söylenişi var ilk anlamına gelen bu sözcüğün.

Günleri sevindirelim derim, zaten epi topu 7 günümüz var şurada, olup olacağı 7 gün, başta say sondan başla, aşağıdan yukarıya, geceden gündüze, doğudan batıya... Tamam, 8. gün de var ama o uğurlandığımız gün, onun hakkında bir şey diyemeyeceğim, kimsenin de diyeceğini sanmıyorum!

Öyleyse pazartesiyle siftah edelim! Pazartesiye haksızlık ettiğimize inanırım, dünyanın kötülüğüne hiçbir katkısı yoktur ama sanki haftanın başı olduğu için kötülük de onunla başlıyormuş gibi suçu ona yüklemekte de üstümüze yoktur! Bazen dünyadaki varlığımız bahane üretmekten ve suçu başkasının üstüne atıp sıyrılma becerisinden ibaret mi diye düşünürüm. Düşünürüm de ne olur, herkes kendine yine başka bir günah keçisi bulur, buluruz. Ey kimsesizlerin kimsesi, ey fazilet sahibi, ey hamiyetperver cumhuriyet, şifalı elini uzatsan da, şu pazartesiyi yalnızlığından kurtarsan, o da insan içine çıksa, yüzü gülse biraz, suçsuz olduğu anlaşılsa! Yani henüz yaşarken iade-i itibar edilse, o da sevinse onun bu itilmişliğine, boynu büküklüğüne üzülen biz bir avuç “Güneşli Pazartesiler” muhibi de sevinsek fena mı olur yani? Medet ya cumhuriyet!

Yılda bir hafta da olsa, her günü pazartesi olarak yaşamak isteyenlerin sayısı artarsa, belki pazartesiye yönelik bir ilgi başlar, dediğim gibi kendine gelir. Bir de nasıl diyeyim, pazartesi, Ankara’ya benzer. İkisi de kadersiz gelir bana. Ama son yıllarda romanlar, filmler derken “Ankara Ankara Güzel Ankara”mıza ilgi arttı da, ben de “Güzel Ankara”cılardanım, 15 yaşımdan beri, tam 50 yıldır, pazartesi için de yazılar, romanlar, öyküler, şiirler, denemeler yazıp, şarkılar besteleyip, filmler, diziler yaparsak, hatta bir filmde başrolleri pazartesi ile Ankara’ya verirsek, neden olmasın yani?

Tevekkeli değilmiş, sabah sabah içimden cumhuriyetin geçmesi! Pazartesiyi yazmaya başlayacakmışım bu perşembe sabahı, sonra cumhuriyeti imdada çağıracakmışım, oradan da Ankara’yı hatırlayacakmışım ki, sen benim yüzümü çokça güldürdün cumhuriyet, ara sıra ağlatsan da, halkımız da senin yüzünü güldürsün inşallah! Bak yazının bile yüzü gülüyor!

Salı salı, hoş geldin salı! Pazartesi Ankara da, sen bir şehir olsan neresi olurdun acaba? Sanki Avrupa’dan bir yer olurdun, daha doğrusu Doğu Avrupa’dan, en çok da Polonya’dan ama öyle bildik kentlerinden değil, daha içerden. Hani memleketten desen, Kayseri filan gibi bir yer. “Sen ne güzel bulursun” dedikleri şimdiki Anadolu değil ama olsun, ne demişler, geze geze... Salı sanki kendini -bazıları canını diyor- dışarı atmak için iyi bir günmüş, günübirlik bir günmüş gibi gelmiyor mu size de? Öyleyse evin tozunu attırmak için değil ama insanın kendi tozunu alması, dilindeki tuzdan, gönlündeki pastan sıyrılması için salının kapısını tıkırdatması şart. Bir de düşünsenize bir salı alana, yedisi bedava!

Tam çarşambaya geçecekken, gözüm salıya ilişti. Bilmem ki ey salıseverler, salının küskünlük gibi bir huyu var mıdır? Gözüme biraz öyle göründü, küs gözüme mi göründü yoksa gözüme küs mü geldi? Gönlünü alalım derim, bir, Polonya’yı severim, “Tarihsel Sosyoloji” dersinde uzun uzun çalıştığım üç ülkeden ilkidir, diğerleri Japonya ve Macaristan; edebiyatını, sinemasını ve hafif kasvetini sever, özler, yine severim. İki, Kayseri’ye yolum sıkça düşmemiş olsa da –3 kez gitmişimdir yine de– tarihi, tarihi yapıları, konumu, eh yemesi içmesiyle de memleketin önemli şehirlerinden, az kaldı şahsiyetlerinden diyecektim, ama neden olmasın dedim işte, şehirler de birer şahsiyet değil midir, öyledir kısacası. Salı, uzaktan da yakın gelir, yakındayken de özlediğin uzaklardandır. Günübirlik salı, sevenlerine yedisibirarada olsun!

Çarşamba deyince, sanki uçak artık tırmanışını tamamlamış, göğe tutunmuş, maviler, beyazlar arasında bir kuğu mu desem bin beyaz turna mı, süzülmeye koyulmuştur. Yaşadığımı en çok hissettiğim anlardan biridir, şöyle de söyleyebilirim, varlık ve yokluk arasındaki bir çizgi, bir salıncak, bir yol, bir boşluk, ama kesinlikle hoşluk! Hangi gün ‘uçmağa varacağım’ bilmiyorum, hem onun adını 8’inci gün koyduk ama bir çarşamba olabilir, umarım hoş gidişler olur! Herkes için elbette!

Çarşambayı severim, neden ötürü, kendinden, yalnızca kendinden, adından, duygusundan, söylenişinden, uyandırdığı iyimserlikten, “yüzüm güleçtir benim” der gibi bakışından, duruşundan... Hoş, insan bir şeyi sevdiğinde bunların hiçbiri de aklına gelmez, sevdiğini hissetmesi neden sevdiğini de yeterince anlatır, başka sebep aramaya da bulmaya de gerek yoktur. Çarşamba odur işte, o gün, o an, o histir. “Nedensiz de sevilir.”

Yüzü gülen, sesi gülen, içi gülen çarşamba, bir lunapark gibidir. Cemal Süreya’nın Ülkü Tamer’in şiirini sevdiği gibidir. Ne demişti ikisi de birbirinden çarşambalı iki şairden, şiirimizin de gülcemali, Cemal abi, “Ülkü Tamer’in şiiri bir karnavaldır.” Tamam, onu cumartesiye saklayalım ama lunaparkı da çarşambadan kuralım. Yaşamın kıyısına filan değil üstelik tam orta yerine. Lunaparkın bir gökdelen, bir AVM kadar hatırı yok mu? Çarşambanın TOKİ kadar hatırı yok mu? Hatırı da var hatırası da, geleceğin anıları arasında düşlenmeye de! Çarşamba belki de, gündüz düşleridir, rüyalanmaktır, hem de gözleri ışıktan, bahtiyarlıktan, sevinçten ve elbette başkalarıyla göz göze gelmekten, kalp kalbe, sonuna dek kocaman ve açık olmaktan ve dahi...

Vah! Tam da çarşambanın treninde “çocuklar gibi şendik” duygusuyla giderken, “Yazı İstasyonu” tabelasını görüyor ve buraya kadarmış diyerek, sizi gelecek pazara dek, çarşambaya emanet ediyoruz. Her gününüz çarşamba iyimserliğiyle iyi, çarşamba neşesiyle gülüşlü olsun.