Google Play Store
App Store
Arkadaşım Mustafa’yı pek bir “gençleşmiş” gördüm. Meğer bir süredir biyoenerji konusuna kafayı takmış. Bu konuda uzman bir kişiyle tanışmış.

“Senin köşene ‘günışığı’ ismi vermenin nedeni var ya,” dedi. “Yani ışıldayan insanlar, gençlik ateşi, heyecan; bir bakışta farkedilen ama kolay kolay tanımlanlayan o şey aslında ölçümlenebilen bir gerçeklik. Bunun fotoğrafını çekebilen teknikler var. Hepimiz dışarıya bir biyolojik enerji saçıyoruz. Bu enerji vücudumuzu sıcak tutuyor ve bize can veriyor. Ayrıca tüm diğer enerjiler gibi aktarılabiliyor, artabiliyor ve azalabiliyor.”

Mustafa bu konuyla ilgili upuzun bir konuşma yaptı. Buraya çok kısaltarak aktarayım:

“Biyoenerji fotoğrafları çok ilginç. Genç insanlar, tıpkı senin ‘günışığı’ın gibi çevrelerine enerji saçıyorlar. Aşık olan bir insan bildiğin güneş oluyor, parmaklarından, saçlarından bile enerji fışkırıyor. Sadece insanlar değil; dalından henüz kopartılmış bir meyvenin özel teknikle çekilmiş fotoğrafı da böyle. Ama aynı meyveyi bir gün buzdolabında beklettikten sonra fotoğrafını çekiyorsun, biyoenerjiyi ara ki bulasın.

Yediğimiz yemekler nedeniyle değil, aldığımız biyoenerjiler nedeniyle yaşıyoruz. Enerjisi olmayan şeyler yedikçe biyoenerjimiz tükeniyor. Dondurulmuş, genetiği bozulmuş, zehirli yiyecekler bizi hızla tüketiyor. Bir ışık kaynağı olabildiğimiz sürece ömrümüz devam ediyor. Işığımız sönünce de biletimiz kesilmiş oluyor.”

Mustafa’nın anlattığı konular metafizik gelse de bu Mustafa’nın değil, “bilim”in yetersizliğini gösteriyor. “Bilimsel bilgi” bazen bağnaz olabiliyor ve bunun nedeni kendini daha büyük bir bağnazlık olduğuna inandığı “din”e karşı konumlaması. Aydınlanma ideolojisine getirilen “dogmacı” eleştirileri tamamen haksız sayılmaz, öte yandan bu “dogma”nın, başka ve daha beter bir “dogma”yı etkisiz hale getirmek için yaratıldığı genellikle es geçilir.

Spinoza, aydınlanma akımının içinde ama her zaman biraz da “dışında” anılan tuhaf bir insan. Yaşadığı tarihte “dogma”ya karşı bir “dogma” yaratmanın zararlarını görüp çağdaşlarından ayrışmış ve çağının ötesinde olan herkes gibi “sürüye” uymamanın bedelini yalnızlık ve üzüntülerle ödemiş.

Yüzyıllar sonra Spinoza’nın “gün ışığı”nı, sosyalist filizof Deleuze çıkardı tozlu raflardan. Deleuze’e göre “düşünce tarihi” bir jenga oyunu olsa ve oradan Spinoza’yı çeksek, her şey yerle bir olabilir.

Spinoza’nın yazılarında “karşıt”lardan güç almadan kendi kendine yükselen bir mimari var. Bize “dogmatik” olmadan aydınlanmacı olunabileceğinin tüm ipuçlarını Spinoza sunuyor. Yunus Emre’nin “Bir ben var bende, benden içeri” cümlesi Spinoza felsefesinin şifrelerinden.

“Ben”in aslında ne olduğu psikologlar ve felsefecilerin ortak arayışı. Yakınlık ve uzaklık gibi büyüklük ve küçüklük de göreceli. Bana yakından bakarsanız derimin gözeneklerini, daha yakından bakarsanız hücrelerimi, daha da yakından bakarsanız “ben”in bir milim ötesinden hiçbir farkı olmayan moleküllerimi görürsünüz. Sabit bir “kütle” olduğumuz “böyledir” diye emreden klasik fiziğin tezi. Oysa “dışarıda” ve “içeride” sadece hareket halinde atomlar bulunuyor.

Bu yazıyı yazmaya başlayan “ben” ve okumaya başlayan “sen”le , şimdiki “ben” ve “sen” arasında trilyonlarca molekülden oluşan fark var. “Aynı” değiliz, sürekli değişiyoruz. Bir soba gibi enerji kaynağıyız ve çevremizi ışıttığımız ve ısıttığımız sürece bize “canlı” diyorlar.

Deluze’ün Spinoza ile başlayıp, Nietzsche, Foucault, Bergson ve Hume ile devam eden aşkları, dönüp dolaşıp Marx’a ulaşır. Ölüm döşeğinde “Marx’ın İhtişamı”nı yazmaktadır.

Karl Marx’ı demode bir ekonomist, aşılmış bir siyasetçi, yenilmiş bir düşünür vs gibi göstermek kapitalizm dogmasının en büyük reklam kampanyası. Marx ölmeli, aksi halde sistem yürümez, teker dönmez. Safları sıkıştırmalı, fabrikaları sınıf bilincinden yoksun saf ve borçlu işçilerle doldurmalıyız.

Mustafa biyoenerji ile ilgili konuştukça doktor bir arkadaşımın sözlerini anımsadım: “Artık otopsilerde insanların midesinden ağır metal zehirlerinin çıkması rutin haline geldi. Öylesine berbat şeyler yiyoruz ki, gencecik insanların midesi bile tarım zehirleriyle dolu”

Günümüzde kapitalizm devasa bir kanser uygarlığı. Kesilmeyen internet ağlarımız, bozulmayan yoğurtlarımız ve tükenmeyen borçlarımızın girdabında; zehir yiyerek, kan kusarak yaşıyoruz.

Bir keresinde “AKP’nin sadece sigara karşıtlığından kazandığı oy, toplam Alevi oylarından daha fazladır.” diye yazmıştım. Az yiyelim, bol yürüyelim kardeşler. Bir de şu sigara denilen kimyasal atık rulolarıyla yakmayalım kendimizi.

Bu yazıyı “sohbet” gibi yazdım. Belki biraz çalakalem oldu ama bu eğri büğrülük halini düzeltmeden yollayacağım. Elmanın organiği oluyor da yazının niye olmasın?

Yetişir mi yetişmez mi derken sanırım yetiştiriyoruz. Bu cumartesi dört yeni kitapla İzmir Kitap Fuarı’nda olacağım. Yeni kitaplarım Türkiye’nin enerjisi en bol kenti İzmir’de gün ışığına çıkacak. Bu arada Egeli dostlarla hasret gideririz. Ayrıntılı bilgileri Facebook ve Twitter’dan paylaşırım.

Gününüz aydın, bioenerjiniz daim olsun.