Oscar yolunda iki film: The Brutalist ve Conclave
Oscar yarışının en dikkat çeken iki filmi: ‘‘The Brutalist” ve “Conclave”. İkisi de farklı türlerde, farklı anlatım teknikleriyle öne çıkıyor ama ortak noktaları güçlü senaryoları ve sinematografik ustalıklarıyla sinema sanatına katkı sunmaları.
Ödül sezonunun en heyecanlı anı yaklaşıyor: Oscar gecesi. Daha önce "Anora", "The Substance", "A Complete Unknown", "Nosferatu" ve "Dune: Part Two" gibi güçlü adaylıkları bulunan yapımları ayrıntılı ele almıştık. Bu hafta ise Oscar yarışında en dikkat çeken iki filmi mercek altına alalım: "The Brutalist” ve “Conclave”. İkisi de farklı türlerde, farklı anlatım teknikleriyle öne çıkıyor ama ortak noktaları güçlü senaryoları ve sinematografik ustalıklarıyla sinema sanatına katkı sunmaları. Brady Corbet'in yönettiği "The Brutalist", göçmen mimarın Amerika'da yeni bir hayat kurma çabasını anlatırken; Edward Berger'in "Conclave" filmi, Vatikan'daki Papa seçim sürecini entrikalar ve gizem dolu bir atmosferle ele alıyor. Sinemalarda izleme şansınız olan bu iki filme bugün daha yakından bakarken, tüm adayların Oscar şanslarını ise sezonun genel değerlendirmesiyle birlikte daha kapsamlı ayrı bir yazıda ele alacağız.
THE BRUTALIST
Filmin aslında 2020'de başlaması planlanmıştı ama bir dizi aksilikle ertelendi. Fakat geldiğimiz noktada Brady Corbet, tüm finansal ve prodüksiyon zorluklarına rağmen The Brutalist ile büyük bir başarıya imza attı ve filmi Oscar'ın en güclü adaylarından biri haline getirdi. Öncelikle filmin teknik yapımına gösterilen özenin altını çizmek gerekir. Dönem atmosferini yansıtma konusunda VistaVision ve 70mm gibi formatların kullanılması, hem filmin görsel kalitesini yüceltmiş hem de hikâyenin ruhuna uygun bir estetik sunmuş. VistaVision, 1950’lerde geliştirilen yatay çekim formatıyla geniş bir perspektif sağlarken, mimari detayları ve karakterlerin yalnızlığını daha belirgin hale getirmiş. 70mm ise filmin atmosferine büyük ekran etkisi katarak izleyiciye adeta bir zaman yolculuğu yaptırıyor. Corbet’in, 1950’leri anlatan bir film için döneme ait teknikleri tercih etmesi, atmosferi otantik hale getiren en büyük unsurlardan biri olmuş. Film, klasik sinema geleneğindeki gibi bir uvertür ve epilog ile iki perde halinde sunuluyor. Bu yapısal tercih de filmi bir sanat eseri olarak konumlandırmaya yardımcı olmuş. Sinematografi, müzik, kostümler ve yapım tasarımı açısından oldukça görkemli ve şık. Ancak, görselliğin büyüsüne kapılıp giderken karakter derinliğini biraz ihmal ettiğini düşünüyorum.

BÜYÜK BÜYÜK TEMALAR
The Brutalist, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’dan Amerika’ya göç eden Macar bir mimarın hikâyesini anlatıyor. Adrien Brody, Felicity Jones ve Guy Pearce gibi isimlerin yer aldığı film, göçmenlik, sanat ve etik gibi büyük temaları işliyor. Ana karakterin yeni dünyada bir hayat kurma çabası, bir yandan sisteme uyum sağlamaya çalışırken diğer yandan sanatsal vizyonunu koruma mücadelesine dönüşüyor. Film, mimarinin saf bir sanat mı yoksa sadece ticari bir meta mı olduğu sorusunu merkeze alıyor. Aynı zamanda Amerikan rüyasına duyulan büyük umudun, gerçeklerle çatışmasını da gösteriyor. Gücün ve parayı elinde tutanların sanatı nasıl biçimlendirdiği, bireyin kendi idealleriyle sistemin baskıları arasında sıkışıp kalması ise filmde öne çıkan bir diğer konu. Filmin, brütalist mimariyle olan bağlantısı ise oldukça net. Brütalizm nasıl ki sert, süssüz, yalın ve çıplak gerçekleriyle ortada duran bir mimari anlayışsa, filmin hikâyesi de aynı böyle. Ana karakterin Amerika’daki yeni hayatı, sıcaklık ve zarafet sunmaktan uzak, tıpkı brütalist yapılar gibi soğuk ve köşeli. Hayallerle gelinen bu düzende sert gerçeklerle yüzleşmek, bireyin sanatsal idealleri ile ticari düzenin baskısı arasında sıkışıp kalması acı bir şekilde gözüküyor filmde. Brütalist mimaride duygusallık yoktur, sadece işlevsellik vardır; filmde de ana karakterler tam olarak bu gerçeklikle savaşıyor. Kısacası, The Brutalist ve Brütalist mimari aynı dili konuşuyor: Sert gerçekler, süssüz bir dünya ve ideallerin beton duvarlara çarpması. Filmin büyük temalarına karşın, ana karakterin iç dünyasının yeterince derinlemesine işlenmediğini düşünüyorum. Brody’nin oyunculuğu çok güçlü ama karakterin geçmişi ve göçmenlik deneyimi izleyiciye tam anlamıyla hissettirilmemiş. Bu kadar çok büyük tema bir araya getirilince, bazıları ister istemez yeterince geliştirilemiyor ve derinlik kayboluyor. Ama tüm bunlara rağmen, teknik ve sanatsal açıdan The Brutalist kesinlikle izlenmesi gereken bir film.
∗∗∗
CONCLAVE
Edward Berger’in yönettiği Conclave, Vatikan’da yeni Papa’nın seçilme sürecini ve bu süreçte dönen entrikaları ele alıyor. Film, 8 dalda Oscar’a aday ve şimdiye kadar BAFTA’da En İyi Film ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini kazandı. Özellikle En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinde Oscar için güçlü bir aday olduğu söylenebilir. En İyi Film dalında da iddialı ama Anora ve The Brutalist gibi yapımlarla yarışması gerekiyor. Teknik açıdan bakıldığında, film son derece ustalıkla çekilmiş. Ralph Fiennes de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergiliyor. Ancak film biraz fazla ciddiye alıyor kendini, bu yüzden bana mesafeli geldi. Yine de Katolik Kilisesi’ne hafif alaycı yaklaşımı hoşuma gitti. Kapalı kapılar ardında dönen oyunları izleyen kamera, entrika ve hileleri sakınmadan gözler önüne seriyordu. Ama işin sonunda film, kendini yüceltmeyi ihmal etmedi ve tam da burada beni kaybetti. Ne demek istiyorum? Şöyle.
HOLLYWOOD VE KİLİSE
Hollywood sık sık kendi iç dünyasını konu alan filmler yapar: The Player, The Artist, Babylon, Once Upon a Time in Hollywood… Bu filmler, sektörün yozlaşmış, kibirli, ikiyüzlü ve ticari yönlerine dair bir eleştiri getirir ama aynı zamanda sahne arkasındaki entrikaları ve güce oynayan karakterleri de mercek altına alır. Fakat tüm bu eleştiriler, keskin bir yergi yerine daha yumuşak, bazen ironik bir dille verilir. Sonunda ise Hollywood’un hâlâ büyüleyici, yaratıcı ve efsanevi bir yer olduğu mesajı öne çıkar. Conclave filmi de benzer bir yolu izliyor. Film, Katolik Kilisesi’nin iç çatışmalarını, gücünü koruma çabalarını, yozlaşmış yapısını alaycı bir dille anlatıyor. Ama işin sonunda, Hollywood’un kendi kendini kutsaması gibi, Kilise’yi de sarsmadan kutsuyor. Tıpkı Hollywood’un sinemanın büyüsünü öne çıkarması gibi, film de Kilise’nin etkisini ve gücünü vurguluyor. Yani? Eleştiriyor gibi yapıyor ama özünde büyük yapıyı sarsmadan, izleyiciye güvenli bir mesafeden sunuyor.

TERS KÖŞE Mİ ŞOK ETKİSİ Mİ?
Filmin bu kadar konuşulmasının en büyük sebebi, hiç kuşkusuz büyük bir hikâye ters köşesi. Conclave, yeni Papa seçilirken yaşanan entrikaları işlerken, izleyiciyi şaşırtan bir sürpriz barındırıyor. Kardinaller, yeni Papa’yı seçmek için toplanıyor, başta politik manevralar ve gizli pazarlıklar ön planda oluyor. Ancak süreç ilerledikçe, adaylar hakkında bilinmeyen sırlar ve skandallar ortaya çıkıyor. Ralph Fiennes’in canlandırdığı Kardinal Lawrence’ın liderliğindeki bu süreç, beklenmedik olaylarla bambaşka bir yöne evriliyor. Seçim süreci gitgide karmaşık hale gelirken, filmin finali bir ters köşe sunuyor. Peki, bu ters köşe hikâyeye doğal mı hizmet ediyor, yoksa sadece izleyiciyi şaşırtmak için mi orada? İşte burası biraz tartışmalı. Eğer ters köşe, olayların organik bir gelişimi sonucu geliyorsa tamam, ama eğer sadece “bakın, sizi nasıl şaşırttık” demek için konduysa, işte orada problem var. Çoğu zaman bu tarz büyük twist’ler, hikâyeye katkı sağlamak yerine, sadece şok etkisi yaratmayı amaçlıyor. Conclave’deki durum da biraz böyle. Şok etkisi tamam ama gerçekten gerekli mi, yoksa biraz aceleye getirilmiş bir hamle mi? Orası izleyiciye kalmış. Sizce?