Hindistan’ın en önemli film festivallerinden “Osian’s-Sinefan”da Uygar Asan’ın ‘Düğüm’ü ve Hakkı Kurtuluş ile Melik Saracoğlu’nun ‘Orada’ filmi yer aldı

Hindistan’ın en önemli film festivallerinden “Osian’s-Sinefan”da Uygar Asan’ın ‘Düğüm’ü ve Hakkı Kurtuluş ile Melik Saracoğlu’nun ‘Orada’ filmi yer aldı
24-30 Ekim tarihleri arasında Yeni Delhi’de 11. Osian’s Cinefan Film Festivali düzenlendi. Festival krizin etkilerinden dolayı geçen yıllara göre küçülmüştü. Bu duruma ve üstelik jüri üyeliği gibi bir konumum olmamasına rağmen yine de beni festivale davet etmeleri doğrusu büyük incelikti. Festivale gitmeden önce de bunun az çok farkındaydım ama gidince daha iyi anladım. Birgün ve şahsım adına doğrusu büyük onur duydum.
Cinefan 1999’da yalnızca Asya filmleri gösteren bir festival olarak kurulmuş. 2004’te Neville Tuli’nin kurduğu Osian’s adındaki sanat kurumu Cinefan’ı bünyesine katmış. Geçtiğimiz yıl film yönetmeni Mani Kaul’un başa geçmesiyle festival Asya filmleriyle sınırlı olan çerçevesini değiştirmiş ve dünyaya açılmış. Mani Kaul “bir filmi konsepte uyduğu için değil, iyi olduğu için festivale almak gerektiğini” düşündüm diyor. Fakat seçilen filmler sonuçta kendiliğinden bazı konseptler de oluşturmaya başlamış. Sosyalizmin çöküşünün etkileri, kapitalizmin insanları içine soktuğu acımasız materyalist ilişkiler gibi…

ECE AYHAN DÜĞÜMÜ
Festivalin tarihi de bu yıl temmuzdan ekime alındı. Değişmeyen şey ise yarışmalı bölümün yine Asya filmleriyle ve yönetmenlerin ilk üç filmiyle sınırlı oluşuydu. Türkiye bu festivalde de güçlü bir varlık gösterdi. Yarışma dışı gösterilen “Süt”, “Sonbahar” ve “Nokta”nın yanı sıra, on iki filmden oluşan uzun metrajlı film yarışmasında Türkiye’den iki film vardı: Uygar Asan’ın üçüncü filmi “Düğüm” ve Hakkı Kurtuluş ile Melik Saracoğlu’nun birlikte yönettikleri “Orada”. Kısa metrajlı film yarışmasında ise Pelin Aytemiz’in “Unutma” adlı filmi yer alıyordu.
Uygar Asan, üçüncü uzun metrajlı filmini çekmesine rağmen ülkesinde pek tanınmıyor. Asan hem kısıtlı olanaklarından hem de kişisel tercihlerinden dolayı filmlerini dijital çekiyor ve 35’e aktarmıyor. Bu da filmlerinin gösterim şansını son derece kısıtlıyor. Ama gösterimi kısıtlayan başka bir şey daha var: Asan’ın filmlerinin ticari şansı da çok az. Seyirciyi oldukça zorlayan, minimal, çok az diyaloglu, uzun plan-sekanslardan oluşan filmleri çok küçük bir kitleye hitap ediyor. Asan’ın da geniş kitlelere ulaşacağına dair boş hayalleri yok. Film ölmekte olan hasta bir babayla ki bu babayı hemen hemen hiç görmüyoruz, oğlunun hikâyesi. Psikanalitik temelleri olan bir öykü bu. Oğlun, babaya hizmet etmekle, babayı öldürmek arasındaki sıkışmışlığı, filmin temasını oluşturuyor diyebilirim. Babaya hizmet ederken onun daha da kötü bir kopyasına dönüşen ve sevgilisini kaybeden oğul nihayetinde kararını verip bu Gordiyon düğümünden çözerek değil keserek kurtuluyor. Ece Ayhan’ın şiirine aşina olmayanlar için de filmin bazı zorlukları var. Kahramanın Ayhan’la kurduğu bağı ancak Ayhan’ın şiirinin ruhuna derinden vakıf olanlar kurabilir herhalde. Oğul, Ece Ayhan’ın mezarını ziyaret ediyor, mezardan toprak alıyor ve denize serpiştiriyor. Filmde önemli yer tutan bu sahneler, çoğu seyirci için bir muamma olarak kaldı. Belki oğul, seçtiği babasının (Ece Ayhan’ın) ölümüyle yüzleşerek, gerçek babasının ölümüne hazırladı kendisini. Asan’ın kendi vizyonu doğrultusunda filmler yapmasına, kararlılığına ve inadına hayran olmamak mümkün değil. Ama keşke derdini biraz daha anlaşılır kılabilse ve seyircisini daha az zorlasa ve nihayetinde Asan’ın filmlerini keşke vizyonda görebilsek. Kısacası ben Uygar Asan’ın (dinlemez ama) gayet az ama öz diyaloglu sahnelerinden daha fazla görmek istiyorum. Bazılarımız işitmeden yeterince anlamıyor, ne yapalım.
BÜYÜK ÖDÜL SURİYE’YE GİTTİ
Yarışmadaki diğer Türk filmi olan “Orada” yönetmenleri Hakkı Kurtuluş ve Melik Saracoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmleri. Oldukça Ingmar Bergman tadı taşıyan bir aile dramı “Orada”. Kardeşler arsındaki kıskançlık temasıyla da Demirkubuz’un “Kıskanmak”ını da uzaktan hatırlatıyor. Bu kez karşımızda neredeyse tamamen dağılmış bir aile var. “Pandora’nın Kutusu”nda olduğu gibi annenin kaybolmasıyla (sonradan intihar ettiği netlik kazanıyor) birbirinden çoktan kopmuş biri erkek (Fransa’da yaşıyor), biri kadın iki kardeş İstanbul’da bir araya geliyorlar önce. Annenin cenazesinden sonra da, haber ulaştıramadıkları babalarını bulmaya Büyük Ada’ya gidiyorlar. Burada uzun bir gece boyunca o güne kadar biriktirilen öfkeler, kırgınlıklar ortaya dökülüyor. Bu bölüm çok etkileyici. Fakat filmin kastinginde sorunlar var. Dolunay Soysert rolünü iyi canlandıramamış. Onun oyunculuğunun önemli olduğu sahneler bu yüzden çok şey yitirmiş. Sinan Tuzcu da vasat bir oyunculuk sergilemiş. Filmde oldukça uzun ve ayrıntılı verilen ölü yıkama sahnesi yakınlarda vizyona giren Oscar ödüllü “Son Veda”yı akla getiriyor. Ama “Son Veda” ne kadar rahatsız edicilikten kaçınmışsa, “Orada” sanki o kadar rahatsız etmeyi amaçlamış. Ama bu amacın “katı bir gerçekçilik” dışında neyi hedeflediğini bilemedim. Yani ölü yıkamada bulunan kız kardeş bundan nasıl etkileniyor, göremedim. Keza adadaki papaz karakteri niçin vardı bilemedim. Ama “Orada” işlevsiz bir ailenin içindeki çatlakları, fay hatlarını ortaya koymada çok kayda değer bir iş. Kurtuluş ve Saracoğlu sinemamız için büyük bir kazanç. Bergman için hazırladıkları filmi heyecanla bekliyorum.
Festival’de ana jürinin verdiği büyük ödülü Suriyeli yönetmen Hatem Mohammed’in “Uzun Gece” adlı filmi kazandı. “Uzun Gece”nin yapısı “Orada”yı andırıyor. Bu kez bir anlamda kayıp olan, 20 yıldır hapiste bulunan üç babanın, üç politik tutuklunun serbest kalacağını haber alan aile üyelerinin, onu bekleyişleri ve bu sırada yaşadıkları hesaplaşmalar söz konusu. Suriye’nin politik tarihine aşina olmamak filmden bir şeyler yitirmemize neden oldu ama başarılı bir ilk filmdi “Uzun Gece”. Film politik niteliğinden dolayı yönetmenin ikinci filmi olan “Selena”dan sonra gün yüzü görebilmiş ve Taormina’da da en iyi film ödülünü almış.
En iyi erkek ve kadın oyuncu ödüller ise İranlı yönetmen Behnam Behzadi’nin (tam adı Behzadboroujeni) “Gömülmeden Önce” adlı filminin oyuncuları Ali Reza Aghakhani ve Negar Javaherian’a gitti. Bu kez de geçmişinde politik bir hapislik yaşamış olan bir kahraman vardı filmin odağında. Siamak, tıp fakültesinde öğrenciyken politik eylemlerde bulunmuş, hapse girdiği için okuldan atılmış ve daha sonra hayatı kaymış bir karakter. Yaşamını minibüs şoförlüğü yaparak kazanan Siamak, 40. doğumgünü yaklaşırken hayatını kaydıran insanlarla hesaplaşmak ve ardından intihar etmek kararını verir. Ama bir başka araçta çantasını unutmuş genç bir kadınla tanışacaktır. Bu tanışmanın Siamak’ın nihai kararını uygulamasını engelleyip engellemediği ise muğlak.
Bu yıl festivale davet edilen konuk sayısını sınırlamak için ilk kez FIPRESCI (uluslararası sinema yazarları federasyonu) ve NETPAC (Asya sinemasını tanıtım ağı) jürileri üç kişilik tek bir jüride birleştirilmişti. Bu jüri iki kurum adına ödül verdi ve iki filmi birden birinci seçti. Bunlar yine “Uzun Gece” ve festivalde başka birçok daha ödül alan Hintli yönetmen Paresh Kamdar’ın “Kargosh”u oldu.

YASAK BÖLGE 9
Burada hayat var mı?
Yapımcılığını ünlü yönetmen Peter Jackson’ın, yönetmenliğini ise Neill Blomkamp’ın üstlendiği bir bilimkurgu örneği: Yasak Bölge 9
Ekonomik büyümeden orta sınıfların aldığı pay neo-liberalizmin (John Berger’e göre ekonomik faşizmin) kriziyle birlikte hızla azaldı. Orta sınıf mensupları yoksulların safına düşmeye başladı. Kapitalizmin doğasındaki ötekiler olan yoksulların, işçilerin arasına düşmek orta sınıfların kabusu oldu. “Yasak Bölge 9” başka birçok şeyi çağrıştırmakla birlikte aslen orta sınıfın bu kabusunu, sınıf düşmeyi, ötekileşme korkusunu anlatıyor. Güney Afrika bilindiği üzere yakın zamana kadar ırkçı bir rejimle yönetiliyordu. Mandela serbest kalınca ve Afrika Ulusal Kongresi iktidara geçince, resmen ırkçılık sona erdi ermesine ama Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ekonomik uçurum azalmak şöyle dursun eskisinden bin beter bir hale geldi. Yönetmen Neill Blomkamp Güney Afrika kökenli ve ülkesinin dünyanın geleceğini yansıttığını düşünüyor. Yani bir yanda korkunç bir sefalet ve teneke gecekondu mahalleleri diğer yanda duvarlar arkasında, güvenlik sistemleriyle korunan zengin semtlerinden oluşan, derin bir uçurumla ayrılmış bir toplum.
VE BİRGÜN BİR GEMİ GELİR...
Film işte bu ülkeye bir uzay gemisinin gelmesiyle başlıyor. Uzay gemisindekiler açlık içinde sürünen, kabuklu deniz hayvanlarına benzeyen yaratıklar. Uzaylılar Johannesburg’a indiriliyor ve toplama kampı benzeri 9. Bölge tabir edilen bir alana yerleştiriliyorlar. Aradan 20 yıl geçiyor ve giderek yerli halk ile uzaylılar arasında sorunlar baş gösteriyor. Bunun üzerine hükümet uzaylıları tahliye etme kararı veriyor. Bu tahliyenin ardında uzaylıların ileri teknolojili silahlarına el koymak gibi bir niyet de var. Bu silahlar ama biyolojik bir takım özellikler de içerdiği için sadece DNA’sı tutan uzaylılar tarafından kullanılabiliyor. Uzaylıların hali, birçok Batı ülkesindeki mültecilerin halini de andırıyor. Öte yandan maruz kaldıkları mekanlarından sürülme olayı ülkemizde de yaşanan ve adına ‘kentsel dönüşüm’ denilen rant projelerini hatırlatıyor. Fakat olayların merkezinde gayet mazbut, gayet orta sınıf bir kahraman var. Wikus van de Merwe adlı bu kahraman Multinational United isimli şirketin patronunun damadı (tipik bir iç güveysi). Wikus uzaylıların tahliyesi operasyonunun başına getirildiğinde terfi ettim (sınıf atladım) diye sevinirken, olaylar Wikus’un tam anlamıyla düşüşü, yoksulların safına geçişi ve ötekileşmesiyle sonuçlanıyor.
Buraya kadar iyi hoş ama film, ‘ötekileri’ hem anlamaya çalışıyor hem de ‘berikilerin’ bakış açısının izlerini taşıyor. Asıl kötüler iktidarı elinde tutanlar olmakla birlikte, yoksulların haline de içerden bir bakış getiremiyor ve hatta büyük bölümünde onları pis, tehlikeli ve ilkel yaratıklar olarak gösteriyor. Onlara sempatiyle bakmaya başladığında da çok yetersiz kalıyor. Teknolojik olarak ileri olmalarına karşın bu uzaylı kültürünün izlerini göremiyoruz ve ileri teknolojilerinden ve silahlarından neden yararlanmadıklarını anlamıyoruz. Çünkü filmin asıl derdi orta sınıfın aşağı düşme korkusu. Film bir süre sonra da macera filmleri kalıplarına giriyor ve nerdeyse Transformers’ı hatırlatan sahnelere yer vermeye başlıyor. Yarım yamalak da olsa ortada mültecilerin halini, yoksulları anlamaya yönelik bir çaba, ırkçılığa, militarizme ve insanı (ya da uzaylıyı mı demek lazım)hiçe sayan, kara yönelik bir düzene karşı bir eleştiri var filmde. Belgesel ve kurmaca arası yapısı ise pek iyi bir bileşime ulaşmamış.

KISKANMAK
Bir hayal kırıklığı
‘KIskanmak’, insanın temel duygularından biri. Neden seviniyoruz, neden öfkeleniyoruz, neden korkuyoruz sorularının, daha doğrusu neden duygulara sahip yaratıklarız sorusunun bir cevabı herhalde yok. Hayvanların da duyguları var, kim bilir belki bitkilerin bile… Ama haset galiba insana özgü bir duygu. Kimseden, “duygular neden var?” gibi cevabı olmayan bir soruyla uğraşmasını beklemiyorum. Ama kimi insanda hasedin neden belirleyici duygu olduğunu, kiminde olmadığını anlamak isterim. Resmin bütününü göremesek de ve buna imkân olmasa da, anlamak çabası önemli. ‘Kıskanmak’ işte bunu yapmıyor. Seniha’nın çirkinliği tek neden gibi duruyor. Fiziksel yetersizlik kişide, güzel olana yönelik bir kıskançlık doğurur, bu anlaşılır bir şey. Ama nasıl her çirkin insan intikam planlarının esiri olmazsa, her güzel insan da haset duygusundan muaf değildir. Hatta insanın çok daha akıldışı, irrasyonel bir yaratık olduğunu söylemek de mümkün. Daha varlıklı olduğu, daha fazla ilgi görmüş olduğu halde, kendini kardeşinden daha yoksul, daha az ilgiye mazhar olmuş hisseden kişi sayısı az değildir. Hem sonra mahrum olanların kötülüğünden çok, imkân sahibi olanların kötülüğüne daha fazla maruz kalmıyor muyuz? Nüzhet bunun bir örneği olarak var zaten filmde,. İnsan bundan çok, çok daha karmaşık bir varlık ya da ‘mahluk’. Psikoloji biliminin söylediği çok daha fazla ve anlamlı şey var insan hakkında ve bunlar Demirkubuz’un söylediği gibi kişiyi topluma uyumlu hale getirme çabaları olarak küçümsenip kenara atılacak şeyler değiller (öyle çabaların da varlığını yadsımıyorum). Kısacası ‘Kıskanmak’, kahramanı Seniha’nın nihayetinde kendi hayatını da daha yoksun ve yoksul bir hale getiren eylemlerine ışık tutamamış, onları anlama konusunda seyircisinin ufkunu açan ipuçları vermekten, sezgi düzeyinde de olsa yeni bir şeylere işaret etmekten yoksun kalmış bir film. Bir de Demirkubuz filmlerinden alışık olduğumuz, insanın iliğine işleyen oyunculuk performansları bu filmde yok. Ama elbette bir Demirkubuz filmi görülmeye değerdir. Baştaki balo sahnesinde, ortamın sakilliğini yansıtmasındaki başarısı ve romanı okuma isteği uyandırması bile filmi görmek için yeterli sebep.