Depremler, seller, kasırgalar… İnsan marifetiyle felakete dönüşen her türlü doğa olayı devletlerin otoriter reflekslerini harekete geçirmesi için bulunmaz fırsatlara dönüşebiliyor. Doğal afetlerin baskıcı rejimlerin kendi otoriter yapılarını tahkim etmek için nasıl kullandığına dair sayısız örnek var. Doğal afetlerin ‘silahlaştırılması’ konusunda ilk akla gelen ülkeler; Sri Lanka, Haiti, Nepal, Pakistan vs.


Sinan Birdal geçen hafta Evrensel’de 2013 Filipinler’deki Haiyan Tayfunu ve 2015 Nepal depremleri üzerinden “afetler sonrası otoriterlik"i örneklendiriyordu. Nimesh Dhungana ve Canberra Nicole Curato’ya atıfla afet sonrası otoriterleşmenin üç taktikle işlediğine dikkat çekiliyordu; Gizlilik, dezenformasyon ve susturma. Yazıdan özetlersek; "Gizlilik: Otoriter yönetimler bilginin demokratikleşmesini engelleyip bilgiyi denetim altına alıyor. Susturma: Susturma pratikleri hesap vermeyi engelleyecek şekilde gazetecilerin rüşvetle satın alınması ve ses çıkaran vatandaşların cezalandırılması yöntemleriyle işliyor. Dezenformasyon: Şikâyetlerin çarpıtılması da açık ve örtük biçimlerde işleyebiliyor. Açık çarpıtma otoriter yönetimlerin kontrol ettiği yargı ve denetim mekanizmalarıyla işliyor. Örtük çarpıtmada ise afetten etkilenen vatandaşların talep ve ihtiyaçlarını karşılamayan ideolojik bir proje ortaya atılıyor.”

AFETLERİN ‘SİLAHLAŞTIRILMASI’

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak Sri Lanka ve Myanmar askeri cuntasına ayrı bir parantez açmakta yarar var.

2004’te Sri Lanka’da, Tsunami felaketi otoriter yönetim için fırsata dönüştü. Ortaya çıkan ağır atmosferden faydalanılarak, bütün bir ada esir alınırken, mevcut otoriter yapı daha da ağırlaştırılır.

Myanmar’da on yıllardır ülkeye kan kusturan cunta, covid salgını üzerinden bütün bir toplumu esir aldı. Salgın afeti muhalif gruplar, etnik azınlıkları ezmek için acımasız bir silaha dönüştürdü. Cunta bu konuda bir hayli tecrübeliydi. Zira 2008’deki Nargis Kasırgası sonrasında da “iç düşmanları” daha fazla marjinalleştirmek ve boyun eğdirmek için benzer bir strateji uygulamıştı.

Amerikan yönetimi de 11 Eylül 2001’deki saldırıların ardından insanlarının korkularından yararlanarak güvenlikçi, militarist politikaları koşulsuz bir şekilde hayata geçirme fırsatı yakalamıştı.

‘FIRTINA OTOKRASİLERİ’

Pasifik’teki küçük ada ülkelerindeki tropikal fırtınalarda vatandaşlara ‘rüşvet’ şeklinde dağıtılan yardımlar yoluyla otoriter hükümetlerin yükselişini nasıl körüklediği Haiti vb ülkelerde sıklıkla görülebilir.

Küçük ada ülkelerindeki hükümetlerin daha otoriter hükümet politikaları uygulama umuduyla siyasi kaldıraç araçları olarak fırtınaları nasıl kullanmaya başladıklarını gösteren araştırmalar var. Öyle ki bunlara, ‘Fırtına Otokrasileri’ deniyor.

ŞOK DOKTRİNİ, ‘RIZA ÜRETİMİ’

Daha önceki yazılarımda değinmiştim. Şok Doktrini ilhamını CIA’in işkence tekniklerinden alır. İnsanlık dışı işkence yöntemleri üzerinde çalışan CIA, 1950’lerden itibaren insanların üzerinde yaptığı deneylerde, beyne elektrik şoku verildiğinde ortaya çıkan büyük acının, insan beyninin yeniden şekillendirilmesini sağlayacak şekilde direncini kırdığını "keşfeder." CIA uzmanları işkenceyle boşaltılan zihinleri, üstüne yeniden yazılabilecek ‘boş bir levha’ya benzetir. ‘Boş levhalar’ın nasıl doldurulacağı ise artık bu yönteme başvuranların iradesine kalmıştır.

CIA’in bu işkence metodu daha sonra neoliberal teorisyenlere, otokratik yönetimlere "ilham" olur. Milton Friedman’ın Chicago Okulu, bu şokların toplumları etkileyecek boyutlarda olması halinde, bir toplumun bütün belleğini, alışkanlıklarını yeni bir ekonomik düzen kurabilecek şekilde etkileyebileceklerini ortaya atar. Bu tezin laboratuvarı ise Şili olur. Pinochet darbesiyle salınan ‘Şok dalgaları’yla toplum hizaya sokulur, yeni rejimin inşası için kitleler teslim alınır. Sonrasında dünyanın dört bir tarafında bu "şok dalgaları" ile toplumlar teslim alınır.

FELAKET KAPİTALİZMİ

Naomi Klein, Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi kitabında bu durumu kapsamlı şekilde ele alır. Klein, egemenlerin, muktedirlerin, küresel sermayenin kriz, korku, felaket, savaş ve travmatik olayları kullanarak bu çaresizlikler üzerinden zorla ‘rıza üretme’sini işler. Normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal-toplumsal-ekonomik sistemlerin ‘şok doktrin’le nasıl kabul edilebilir hale getirilişi örnekler üzerinden aktarır.
Zaman, mekan, aktörler değişse de "şok doktrini" dünyanın dört bir yanında egemenler için kirli bir reçete. Toplumlar yaşadığı şok ve travmayla sarsılırken, sistem önceden planlanmış politikaları hayata geçirmekle meşgul olur.

Büyük bir felaketin ortasındayız. Çadır dahi dağıtmaktan aciz siyasal İslamcı rejim halka hakaretler, küfürler, tehditler yağdırırken "afet sonrası otoriterlik"e yeni bir form ekleyebilirler.