Google Play Store
App Store
Otoriterleşmenin taşları o gün döşendi

Prof. Dr. Tanju TOSUN

Türkiye siyasi rejimini batılı liberal demokratik siyasi rejimlerinden ayıran, uzun yıllar boyunca Latin Amerika ve Orta Doğu tipi rejimlere yakınlaştıran karakteristik özelliklerinden biri, silahlı kuvvetlerin sivil siyaset üzerinde oynadığı roldür. Osmanlı Devleti’nde yeniçerilerin saraya karşı ayaklanmasından, Cumhuriyet döneminde 27 Mayıs’la başlayıp 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat doğrudan ya da dolaylı darbe girişimlerinin yanı sıra, Talat Aydemir’in giriştiği 1960’lardaki kalkışmalar dikkate alındığında,  neredeyse bu tür müdahalelerin yaşanmadığı bir çeyrek asırlık döneme tanık olunmadı. Darbe ya da darbe girişimlerinin neredeyse her birinin kendine özgü tarihsel, kültürel, ekonomi-politik nedenleri olmakla birlikte, tümünün ortak bileşeni rejimin hukuki referanslarından ziyade, egemen siyasal kültürel kodlarla da ilgilidir. Türkiye’de sivil-demokratik yurttaşlık kültürünün egemenliği yerine, Gabriel Almond ve Sdney Verba’nın uyruk kültürü olarak tanımladığı siyasal kültür kodlarının egemen olması, darbecilerin sivil siyasete müdahalelerini kolaylaştırdığı gibi, kimilerine ilişkin meşruiyet zemini de yaratmıştır. Nitekim Siyaset Bilimci Huntington az gelişmiş ülkelerde belirttiğimiz bağlamda silahlı kuvvetlerin “Hakemlik”, “Bekçilik” ve “Yöneticilik” olmak üzere üç temel işlevinden bahseder. Silahlı kuvvetler, hakemlik işlevinde siyaseti izler, istisnai olarak sivil siyasetten gerekli düzenlemeleri yapmasını talep eder; bekçilik işlevinde sivil siyaset üzerinde gölgesi sürekli bulunur (28 Şubat) gerektiğinde aktif müdahale ederek birlikte çalışacağı aktörleri tayin eder (12 Mart); yöneticilik işlevinde ise süresi çok belirli olmayan biçimde iktidarı ele alır (27 Mayıs, 12 Eylül) ve sistemde çok boyutlu, köklü değişiklikler yapar.

Kuşkusuz 15 Temmuz Darbe Girişiminin başarıya ulaşamaması, siyasi rejimin sivil niteliğinin kesintiye uğramaması anlamında önemli olmakla birlikte, 15 Temmuz’un ardından sivil rejimin hak ve özgürlükler temelinde demokratik içeriğinin de önemli ölçüde kısıtlanması, hatta yok olması gibi sonuçlar oluşmuştur. 2016 sonrası uluslararası endekslerde hak ve özgürlükler, demokrasi ölçütleri bakımından, 2016 öncesine geriye giden bir siyasi rejim inşa edilmiş ve önemli ölçüde kurumsallaşmıştır. Darbecilerden hesap sorma adına başlayan süreç, özellikle referandumla Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişin yarattığı yürütmenin yasama, yargı üzerinde tekçi izleme, kontrol, atama, görev tanımlama işlevleri meclisin işlevsizleşmesine, yargının tarafsız ve bağımsızlığını önemli ölçüde yitirmesine aracılık etmiştir. Darbe girişimin ardından geçilen OHAL rejimi ve OHAL düzenlemeleri kamu yönetiminin işleyişinde, atamalardan, görevden almalara kadar hukuk devleti ve ilkelerinin referans alınmasını büyük ölçüde gözardı etmiş, KHK’ların kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin aşınmasına, hukukun objektifliği yerine, parti sadakatının nesnelliğinin yerleşmesine, bu da çifte standartın siyaset ve kamu yönetiminde kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır.

15 Temmuz’un ürettiği psikoloji, siyasi iktidar elitinin toplumu tıpkı geçmişte askeri elitlerde hakim olan toplumun sevk ve idare edilmesi ve sürekli kontrol altında tutulması gereken bir beşeri malzeme olarak görülmesiyle sonuçlandığı için, yurttaşlardan müteşekkil bir toplum yerine, medyasıyla, sivil toplum örgütleriyle iktidarı desteklemeyi vatana hizmet sayan sorunlu bir zihniyetin taşıyıcı olmuştur. Meşruluğu ve hukukiliği kendi çizdiği sınırlar içinde tanımlayan iktidar, bu sınırların dışında var olmak isteyen neredeyse bütün beşeri unsurları “beka karşıtı” olarak tanımlama yoluna gitmiştir. Hal böyle olunca, 15 Temmuz’un sivil siyasete karşı müdahalesinde birlik olan toplum, darbe girişiminin ardından inşa edilen otoriter rejimde, rejimin temel değerleri konusunda dahi birleşme yerine ayrışmaya başlamıştır.