Google Play Store
App Store

Piyasalaşma sürecinin AKP’nin ilk eğitim şûrası olan 2006’dan bu yana iki yönlü bir politikayla hayata geçirildiğini biliyoruz.

Özel okul-kamu okulu ayrımında ortak bir gelecek kurmak mümkün mü?

Nejla Doğan - Eğitimci

Birkaç hafta önce açıklanan enflasyon rakamlarına göre en yüksek fiyat artışının yüzde 91,64 ile eğitim kaleminde olduğunu gördük. Çok geriye gitmeye gerek yok, 15-20 yıl önce, bir gün böyle bir veriyle karşılaşacağımız aklımıza dahi gelmezdi. Çünkü eğitim büyük oranda kamusal hizmet alanı olarak tanımlıydı ve eğitimle ilgili giderler de kırtasiye, okul kıyafeti vb harcamalarla sınırlıydı. Bugün, eğitim rakamlarındaki fahiş artışın arkasında yatan en önemli neden ise, bu kamusallığın giderek daraltılması ve eğitimin müthiş bir hızla piyasaya devredilmesi.

Piyasalaşma sürecinin AKP’nin ilk eğitim şûrası olan 2006’dan bu yana iki yönlü bir politikayla hayata geçirildiğini biliyoruz. Bunlardan ilki, kamusal eğitimin tümüyle dinselleşme politikalarına teslim edilmesi; ikincisi ise kamusal eğitime yapılan yatırımların kademeli olarak azaltılarak okulların temizlik, sınıf mevcudu, öğretmen sayısı, sosyal olanaklar gibi birçok açıdan niteliksizleştirilip yoksullaştırılması. Bu politikalar sonucunda hem laik eğitime erişim hem de temel eğitsel ihtiyaçları karşılayan bir okula erişim ancak satın alma yoluyla elde edilebilen bir ayrıcalığa dönüştürüldü.

Bu dönüşüm hayata geçirilirken bir yandan da yurttaşlara “kamusal eğitim alacaksan dinsel içeriklere, niteliksizliğe, kalabalık ve kirli sınıflara razı olacaksın” mesajı verildi ve bunun üzerinden özel okulların kendilerini parlatması için bir alan açılırken, özelleştirme süreci için de toplumsal bir talep yaratıldı. Böylece özel okullar eğitim-öğretim süreçlerinde zaten olması gereken hizmetleri bir lütuf ve ayrıcalık gibi sunup, bunlar üzerinden hızla palazlanırken, kamu okulları imkânı olanın kaçıp kurtulduğu, olmayanın zorunluluktan devam ettiği bir mahrumiyet alanına dönüştü.

Bugün her beş okuldan birinin özel okul olması tam da bu politikaların sonucudur ve özel okullara yönelik talep büyüdükçe fiyatları da hızla artmaktadır. Nitekim MEB bu yıl için tavan zammı %54,8 olarak belirlemesine rağmen, özel okulların erken kayıt dönemi için talep ettiği ücretler bu oranın birkaç katı üzerinde seyretmektedir. Diğer yandan OECD verilerine göre Türkiye tüm eğitim kademelerinde öğrenci başına en düşük harcamayı yapan ülkelerden biri iken, bunun sonucu olarak ailelerin eğitim harcamalarına katılma payının da en yüksek olduğu ülkedir. Yine bu da ailelerin kamusal alanda alamadıkları nitelikli eğitim hizmetini telafi etmek için sürekli kendi bütçelerinden pay ayırmak zorunda kaldıklarını; eğitimin finansmanının artık kamu bütçesinden çok ailelerin üzerine yüklendiğinin önemli bir göstergesi.

Ancak bu tablo ülke gerçekliğinin sadece bir boyutunu yansıtıyor. Gerçekliğin diğer boyutunda ise çalışan nüfusun %43’ünden fazlasının asgari ücretli olduğu, yani açlık sınırında yaşadığı bir kitle var ve bu kitle eğitime bütçe ayırabilmek bir yana, barınma, beslenme, ısınma gibi temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanıyor. Dolayısıyla kamusallığı yıkan politikalar, geçmişte –görece de olsa– bir sosyal eşitlenme olanağı yaratan eğitimi, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikleri derinleştiren neoliberal bir müdahale aracına dönüştürüyor. Diğer yandan kamusallığın çözülüşüyle paralel biçimde ilerleyen laiklik karşıtı politikalar da sadece sosyal sınıflar açısından değil, yetiştirilen insanların niteliği açısından da toplumsal olanı parçalayan, müşterekleri yok eden bir süreci inşa ediyor.

Bu nedenle eğitimdeki özelleştirme politikalarının sonuçlarını, sadece ekonomik boyutları üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal olanı parçalayan niteliğiyle, geleceğe dönük ne tür sorunlar yaratacağı bağlamında da konuşmak gerekiyor.

TOPLUMSAL MÜŞTEREKLERİ İNŞA DEĞİL İMHA EDİYOR

Eğitim açısından toplumsal müştereklerin ortadan kalkmasını iki eksen üzerinden düşünebiliriz. İlki, kolektif olan bir hizmetin sermayeye açılmasıyla, toplumun çok büyük kısmının laik, bilimsel, aydınlanmacı bir eğitime erişim konusunda yoksullaştırılmasıdır. Burada kamusal olanın, yani tüm yurttaşlara ait olan bir hakkın gaspedilmesi söz konusudur. Böylece özellikle yoksul çocuklar, onları ucuz işgücüne dönüştürecek bir eğitime tabi tutularak, sermaye birikiminin önemli kaynaklarından biri haline getirilmekte; iyi bir eğitime erişip yaşamlarını dönüştürme olanakları ellerinden alınmaktadır. Dolayısıyla gerçek anlamda bir eğitim hakkına erişememe, yoksulluğu kuşaktan kuşağa aktaran bir süreci inşa etmektedir. Toplumun bir kesimine süreklileştirilmiş bir yoksulluğu dayatan ve sosyal sınıflar arasında müthiş bir yarılma yaratan böylesi bir eğitimle, toplumsal barışın, adaletin, yurttaşlar arası onurlu bir işbölümünün, dayanışma ve güven ilişkisinin kurulamayacağı açıktır.

Toplumsal müştereklerin ortadan kalkması bağlamında ikinci eksen ise, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında eğitimin yeniden çok başlı bir yapıya bürünmesidir. İmam hatipler, sıbyan mektepleri, medreseler, hafızlık okulları, Diyanet kursları, tarikat okulları-yurtları ile laik eğitim veren kurumlar arasındaki dinsel olan-dinsel olmayan eğitim ikiliği, ne fikirsel ne duygusal olarak yan yana gelebilen uzlaşmaz insan tipleri yaratırken, uzun vadede toplumu toplum olmaktan çıkarıp, sürekli çatışma potansiyeli taşıyan ayrışmış toplamlara dönüştürmektedir. Böylesi bir toplumsal parçalanmışlıktan “ortak iyi”, “ortak yarar” etrafında bir araya gelebilecek bir yurttaşlar birliğinin yaratılmasının olanaklı olmadığı da açıktır. En basitinden tarikatta yetişmiş birinin değerleriyle laik eğitim almış birinin değerlerinin nasıl uzlaşacağı; bu toplumsal uçurum biraz daha büyüdüğünde Türkiye’nin nasıl bir gelecekle karşı karşıya kalacağı sorgulanmalıdır.

Bu nedenle bir yanda yoğun bir gericiliğe maruz bırakılan, diğer yanda MESEM’lerde işçiliğe mahkûm edilen çocukların olduğu bir ülkede, çocuğunu özel okula göndermek demek, onun geleceğini kurtarmak anlamına gelmiyor. Gelecek, kolektif olarak inşa edilen bir süreçtir ve topyekûn bir kurtuluşun olmadığı yerde, kişisel kurtuluşlar ya da kişisel güvenli alanlar olanaklı değildir. O halde bireysel kurtuluş çözümlerine değil, kitlesel kurtuluşa odaklanmak; laik, bilimsel, aydınlanmacı bir eğitimi eşit, parasız yurttaşlık hakkı olarak yeniden tanımlamak için emek vermek gerekiyor. Bugünün karşıdevrimci eğitim politikalarıyla feda edilen, bir toplum olma halidir. İlkelerde, iradede, yurtseverlikte, tam bağımsızlıkta, sömürüye karşı mücadelede ortaklaşmış bir toplum da yine ancak sosyal eşitlik üzerine kurulmuş bir eğitimle olanaklı olacaktır.