Pandora Belgelerinde 35 siyasi lider, 330’dan fazla siyasetçi ve kamu görevlisi yanında ünlü işadamları ve sanatçılar ifşa ediliyor. Yeni boyutlarının ortaya çıkması da beklenmeli.

Pandora'nın kutusu hep açık kalmalı

Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) bünyesindeki 650 kadar gazeteci, off-shore ülkelerle/şirketlerle/hesaplarla ilişkili trilyonlarca dolarlık servetin varlığını saptadılar. 117 ülkeden 150 medya kuruluşunu temsil eden bu gazetecilerin birkaç yılda 12 milyon belgenin incelenmesiyle ortaya çıkardıkları off-shore bağlantılı servetin boyutu 5,6 ile 32 trilyon dolar arası tahmin ediliyor. Bu veriler, 2,94 terabaytlık (TB) bir büyüklüğe sahip. Önceki liderlik 2,6 TB’lik veri hacmiyle Panama Belgeleri’ne (2016) aitti; 2017’deki Paradise Belgeleri ise 1,4 TB hacmindeydi. Farkı görebilmek için Wikileaks belgelerinin sadece 1,7 GB olduğu eklenmeli.

Pandora Belgelerinde 35 siyasi lider, 330’dan fazla siyasetçi ve kamu görevlisi yanında ünlü iş insanları ve sanatçılar ifşa ediliyor. Yeni boyutlarının ortaya çıkması da beklenmeli.

NİÇİN OFF-SHORE HESAPLARA BAŞVURULUYOR?

Şu olasılıkları sayabiliriz:

(i) Öncelikle vergiden kaçınmak güdüsüne değinelim. Genellikle legal yollar kullanılır. Yüksek vergi yüklerinden düşük veya sıfır vergi yüklerine doğru bir kaçış olduğu kadar sermaye kazançlarının doğru dürüst vergilendirilmediği ülkelerden de yoğun transferler var. Burada, sistemin egemenlerinin doyurulamaz birikim hırsı da hesaba katılmalı. Sermaye veya servet yığanlar, kamu hizmetlerinden yararlanıp bunların finansmanına katılmaktan kaçınmayı adeta yaşam düsturu edinebiliyorlar. Bazen sanatçılar/sporcular da bunlara katılabiliyor ama bu, işin magazin tarafı.

(ii) Daha gayri-ahlaki bir durum ise kaynağı şüpheli/gerçek bir denetime tâbi tutulamayan bazı kazançların gizlenmesi, şaibeli kamu ihaleleriyle üstlenilen işlerden elde edilen haksız kazançların görünmez kılınması, bu ve benzeri kazanç sağlama düzeneklerinin ülke/toplum denetiminden kaçırılması olarak karşımıza çıkar. Burada kirli siyasetçiler ve bürokratlar kadar onlarla iş tutan veya genelde devletin eteklerinde semirtilmiş olan sermayedar kesimi önemli bir öbek oluşturur.

(iii) Daha ileri boyutta ise tamamen kirli/haksız kazançlarla edinilmiş servetlerin kısmi veya toptan “müsadere” riskine karşı güvenceye alınması kaygısı görülebilir. Burada bir gün “nereden buldun?” sorusunu sormaya müsait bir siyasi iklim oluşursa ondan kaçınmak, servetlerin vergilerle veya daha önemlisi yargı kararlarıyla (kısmen de olsa) geri alınmasını önlemek için önlem almak vardır. Kamu bankaları başta olmak üzere finans kurumlarına olan borçlarının doğuracağı haciz risklerinden kaçmak da bunlar arasındadır.

Bu kapsamda siyasetçi ve sermayedarların tek sığınakları salt off-shore işlemler değildir; o yüzden tümünü bu belgelerden çıkaramazsınız. Açıklanan belgelerde henüz Türkiye siyasetçilerinin fazla adının geçmemesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bir başka neden, yolsuzluğa bulaşmış siyasilerin çoklu kanallar kullanmaları, başka isimler ve gizli ortaklıklar üzerinden de işlem yapmalarıdır. Kaldı ki Türkiye-Katar siyasetçileri arasındaki dumanlı ilişkiler incelenmeden hiçbir sonuca varılamaz.

(iv) Yurtdışı off-shore hesaplara/şirketlere varlık transferlerinin diğer nedeni de, bir siyasi iktidar değişikliği korkusundan ziyade ciddi bir ekonomik/finansal krizin beklenmekte oluşudur. (Bazen siyasal ve ekonomik kaygılar birleşebilir). Ülkenin tasarruf kapasitesine sahip genişçe kesimleri bile ülke parasına güvenmeyip büyük bir dolarizasyon sürecine girmişken, büyük varlık sahipleri bunun ötesine geçerek ülke dışında güvenli limanlar aramaya koyulurlar. Bunlar, sermaye kontrollerinin olmadığı bir ortamda sermaye transferlerini çift yönlü olarak serbestçe kullanarak faaliyetlerinin ağırlığını yurtdışı operasyonlarına kaydırırlar, gerekirse off-shore şirketler ve hesaplar üzerinden kendilerini güvenceye alırlar.

Türkiye’den şimdilik sadece Rönesans Holding, Çalık Holding, Cengiz Holding ve Demirören Halding’in isimlerinin geçmesine bakarak, olayın bunlarla sınırlı olduğu düşünülmemeli. Ama kamudan ihale/kredi alma şampiyonlarından olan bu şirketlerin bu belgelerdeki varlığının temsili değerinin yüksek olduğu da unutulmamalı.

DEVLETLERIN KONTROL OLANAKLARI HIÇ MI YOK?

Hem yok hem var. Meseleye şu açılardan bakılabilir:

Bir kere, devletlere göre farklı durumlar olmakla birlikte, son 40 yıldır tüm ülkeler bakımından neoliberal bir payda oluşturulmuştur: Sermaye hareketlerinin kontrol dışında bırakılması, sistemin egemen ülkelerinin ve kurumlarının tüm dünya ülkeleri üzerindeki neoliberal dayatmalarının merkezindedir. Dolayısıyla, ülkeler/şirketler/hesaplar arasındaki sermaye dolaşımları genellikle hiçbir engelle karşılaşmadan yapılabilmektedir. Demek ki, finansal işlemlerin küreselleşmesi boyutu bakımından da tanımlanabilen üçüncü küreselleşme dalgası ve bunun düzenleme rejimi olarak neoliberalizm, ulus-devletlerin denetim olanaklarını berhava ederek esas günahı işlemiştir. Gene de ilk günahı zaman sınırı olmaksızın kapitalist sisteme ve onun işleyiş düzeneklerine atfetmek gerekir; olay sistemiktir.

İkincisi, ortak neoliberal paydaya rağmen, devletlerin siyasi örgütlenmeleri, toplumların demokratik talepleri/olgunlukları büyük farklılıklar gösterir. Örneğin, otokratik devlet yapılarının her şeye muktedir ve kendilerinden hesap sorulamaz otokratlarının dışarıya varlık transferlerinin ana güdüsünün “vergiden kaçınma” olmayacağı açıktır. Kaldı ki bunların önemli bir bölümü, özellikle üçüncü dünya ülkeleri otokratları, vergi yasalarının istisna ve muafiyet hükümleriyle keyfi bir biçimde oynayarak kendi gelir ve servetlerini vergiden önemli ölçüde koruyabilirler, servetlerini gizleyerek de kamuoyu takibinden kurtulurlar. Pandora belgelerinde adı geçen aktif siyaset insanlarının çoğunun Azerbaycan, Ürdün, Kenya, Pakistan, Ukrayna, Ekvador gibi çevre ülkelerde siyasetin tepe noktalarında bulunmaları rastlantı değildir.

Üçüncüsü, gelişmiş ülkelerde toplumun siyaseten hesap sorma eğilimleri yüksek olduğundan, ayrıca yargı sistemi yürütmenin güdümüne tam sokulamadığından, “illegal” varlık transferleri veya vergiden tamamen kaçınmayı mümkün kılan transferler konusunda daha etkin önlemler alınabilmektedir. Sermaye hareketlerinin ülkeler arasında bütünüyle serbest olmasının getirdiği kısıtları aşmak ve neyin legal neyin illegal varlık transferi olduğunu ayırt etmek kuşkusuz kolay değildir. Bununla birlikte, kamu yararına çalışacak bir idarenin eli kolu tamamen bağlanamaz. Buradaki mesele, siyasi iradenin ne yönde çalışacağı ve onu denetleyebilecek gerçek bir erkler ayrılığının var olup olmadığıdır.

Dördüncüsü, Türkiye gibi gelişmiş ülke olamamış, üstelik hibrid demokrasiden de uzaklaşıp geri bir “başkancı rejim” limanına demir attırılmış bir ülkede, başlangıçta -biraz da mali kaygılarla- girişilen bazı dolaylı denetleme düzeneklerinin bile çalışması engellenecektir.

Buna değinmeden önce Türkiye’nin bir başka gerçekliğini anımsatalım: Bizde sermaye aslında hiçbir zaman ciddi anlamda vergilendirilmemektedir. Bir kere vergilerin yüzde 67’si dolaylı vergilerden (KDV, ÖTV, vb.) oluşur. Geniş halk kesimleri hemen tüm gelirlerini harcadıkları için gelirlerine göre daha ağır bir dolaylı vergi yükü taşırlar. Dolaysız vergilere gelince, Gelir Vergisi'nin üçte ikisi ücretlilerin üzerindedir. Ücretlilerin milli gelir paylarının yüzde 29 civarında olduğu düşünülürse, bu kesimin vergi paylarının milli gelir paylarına oranı bize 2 katı aşan bir vergi baskısının varlığını gösterir. Ücretli dışındaki kesimler (kâr, faiz, rant geliri elde edenler) üzerindeki vergi baskısıysa her zaman 1’in altındadır; yani hep milli gelir paylarının altında bir vergi payları olur. Geriye bir tek Kurumlar Vergisi (KV) kalır ama onun oranı iyice düşürüldüğü gibi istisna ve muafiyetler de en çok bu vergiye ilişkindir. Zarar beyanlarını da katarsak KV ödeyen şirket sayısı oldukça sınırlıdır. Şirket hissedarları da zaten dağıtılan kâr payları (temettü gelirleri) için sabit oranlı bir stopaj ödeyip kurtulurlar.

İKIYÜZLÜLÜKTE SINIR TANIMAZLIK

Yukardaki dördüncü meseleye biraz daha açıklık getirelim; çünkü bir ikiyüzlülük örneği 15 yıldır önümüzdedir: 13 Haziran 2006’da kabul edilen 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30. Maddesinin 7. Fıkrası hükmü şöyledir: “Kazancın elde edildiği ülke vergi sisteminin, Türk vergi sisteminin yarattığı vergilendirme kapasitesi ile aynı düzeyde bir vergilendirme imkânı sağlayıp sağlamadığı ve bilgi değişimi hususunun göz önünde bulundurulması suretiyle Bakanlar Kurulu'nca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara (tam mükellef kurumların bu nitelikteki ülkelerde bulunan iş yerleri dahil) nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden, bu ödemelerin verginin konusuna girip girmediğine veya ödeme yapılan kurumun mükellef olup olmadığına bakılmaksızın yüzde 30 oranında vergi kesintisi yapılır.” Basit anlatımıyla, yabancı ülkelerdeki kurumlara nakden veya hesaben yapılan her ödeme yüzde 30 Kurumlar Vergisi’ne tâbi olacaktır. Ancak bu ülkeler, tekrar vurguluyoruz, “Bakanlar Kurulu'nca ilan edilen ülkeler”den olmalıdır. Peki bu ülkelerin listesinin 2006’dan beri ilan edilmesini engelleyen kim? Bunun adı, 2006-2018 döneminde Bakanlar Kurulu’dur, Temmuz 2018 sonrasında da Bakanlar Kurulu’nun yetkilerini devralan Cumhurbaşkanlığı'dır. Her ikisinin başında da tek bir siyasi irade vardır.

Aslında bu hükümle sermaye transferlerine fiziki/yasal bir sınır konulmadığı, sadece, engellenemeyen bu transferlerin hiç olmazsa bir vergiye tâbi tutulması yoluyla (a) mümkünse sınırlandırılması, (b) vergi kayıplarının azaltılması amaçlarının güdüldüğü belirtilmelidir. Olayın gerçek yüzüyse, kendisi de sermayedarlaşmış bir iktidarın temsilcilerinin, uygulamada buna bile fırsat tanımamasıdır ama mesele bunun çok ötesindedir: Kamu varlıklarının yağmalanmasından, imar rantlarından, ihale komisyonlarından ve benzerlerinden elde edilen “talanların” off-shore hesaplara veya “başka yerlere” aktarılması zaten vergi dışıdır; kaldı ki vergilendirseniz ne olur!

Konu üzerine Paradise Belgeleri vesilesiyle 2017’de yazdığımızda (“Vergi Cenneti mi dediniz?”, 14 Kasım 2017, Sol Portal) şu soru ve yorumlara yer vermiştik: “Burada artık legal-illegal tartışması çok hafif kaçar. Bakanlar Kurulu listeyi ilan etmediği için durum legal, ama 11 yıldır liste açıklamayan Bakanlar Kurulu’nun hukukiliği nerede? Ya siyasi ahlak? Meclis’in yasama hakkını iğdiş eden yarı-mamul yasalar çıkarma (yasama yetkisini tamamlamayı yürütmeye devretme) uygulamasının, yetkinin kötüye kullanılmasına dönüşebileceği daha iyi nasıl gösterilebilirdi ki? Hukuk fakülteleri ile maliye bölümlerinde örnek vaka olarak incelenebilecek değerdedir”. (Alıntıdaki 11 yıl yerine 15 yıl ve Bakanlar Kurulu yerine “Cumhurbaşkanlığı” koyarsak, güncellemiş oluruz!). AKP’nin, tüm eleştirilere karşın, kendi yasal düzenlemesini uygulamaya sokmayarak vergi cennetlerinin kapısını açık bırakması, siyasetçi-sermayedar çıkar birliğinin açık bir göstergesi değil midir?

Kaldı ki bunun canlı örneği işbaşındaydı: Paradise Belgeleri’nin ortaya çıktığı 2017’de Başbakan Binali Yıldırım’dır ve bu belgelerde kendi oğullarının şirketlerinin Malta’ya kayıtlı olduğu yer almıştır. O sırada Yıldırım’ın açıklamaları, savunmadan ziyade “sistemin işleyişine sığınan” bir karşı saldırıdır: “Bu iş küreselleşmenin icaplarındandır, illegal değildir ve varsa bir sorun denetime de açıktır, buyurun denetlensin” demektedir. İyi de denetimi kim yapacaktı? Cumhurbaşkanlığı veya onun emrindeki denetçiler mi? İktidarın emrindeki MASAK mı? Maliye Teftiş Kurulu, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu AKP döneminde çoktan tasfiye edilmişti. Yargı denetimi de fiili bir tasfiye sürecindeydi. Yasama adına denetim yapan Sayıştay’ın kolu kanadı budanmıştı. Yasamanın doğrudan denetim yollarından biri olan Meclis Araştırma Komisyonu Kurulması teklifi de zaten iktidar milletvekilinin oylarıyla reddedilebilirdi ve nitekim reddedilecektir. (Ki kurulsaydı bile Komisyon'da çoğunluk iktidar partisi kanadında olacaktı; ama oradan bile bilgi sızabilirdi!).

Sonuçta “Paradise Papers” olayında kabak Cumhuriyet Gazetesi’ne ve olayı bir haber dizisine dönüştüren başarılı yazarı Pelin Ünker’e patlayacaktır. Belgelerde isimleri geçenler, belgeleri nakledenler hakkında suç duyurusunda bulunacaklardır! Şimdi de Pandora Belgeleri’nin Türkiye ayağı DW’den Pelin Ünker ve Serdar Vardar tarafından incelenerek kamuoyu bilgilendirilmektedir! Bakalım gerisi nasıl gelecek?

SONUÇ

Pandora’nın Kutusu hep açık kalmalıdır. İki nedenle: Birincisi, kötülüklerin bilgisinin ortaya saçılmasından korkması gerekenler halk kitleleri değildir. Aslında Pandora’nın Kutusu kötülükleri kapalı tutamaz; onlar her gün sömürü ve tahakküm ilişkileri olarak aramızdadır. Sistemin egemenleri, kötülükleri/ yolsuzluk düzenini değil, onların bilgisini sansürlerler. Çünkü herkes tarafından bilinir olması, halkın bilincini açar, sistemin sürdürülmesini zorlaştırır. Medya ve kültür endüstrisi bunun için vardır. O halde Pandora’nın Kutusu’nu açık tutmak, emekçi sınıfların birincil görevidir.

İkincisi, mitolojiye göre, Pandora’nın Kutusu’nda kötülükler yanında bir de umut ışığı vardır. Pandoranın kutusu açık kalmalıdır ki umut ışığı da hep açık kalsın; egemenler tarafından boğulmasın, umutsuzluğa dönüştürülmesin veya öbür dünyanın dini vaatlerine bırakılmasın. Çünkü biz davamızı “Divan”a bırakacak değiliz; davamızı bu dünyada emeğinin ürünleriyle geçinen sınıfların elleriyle göreceğiz. İnsanlık, umudunun köreltilmesine veya ertelenmesine asla göz yummayacaktır.