İşçilerle yemek hazırlayanlar arasındaki muhabbet de koyulaşıyor. Derken işçilerden biri büyük haçın altında Papa için özel bir tuvalet inşa ettiklerini ağzından kaçırıyor. “Koskoca Papa’nın herkes gibi portatif tuvalete gidecek hali yok tabii,” diyor Mary

Papa’nın tuvaleti

Birkaç sene önce çok güzel bir Uruguay filmi izlemiştim. “Papa’nın Tuvaleti,” Brezilya sınırında yaşayan ve kaçakçılık yaparak geçinen yoksul bir köyün hikayesini anlatıyordu. Papa’nın uğrayacağı haberi yayılınca, köylüler bunu bir fırsat olarak görüyor ve gelecek turistleri hesaplayarak boylarını aşan birtakım işlere girişiyorlardı. Bunların en önemlisi de, başta Papa’nın kendisi olmak üzere köye gelecek herkes için tuvalet inşa etmekti. “O kadar insan ihtiyacını nasıl giderecek, hiç düşündünüz mü?” diye soruyordu filmin kahramanı Beto.


Büyük umutlarla başlayan ve düş kırıklığı ile sona eren trajikomik bir hikayeydi bu. Geçenlerde bu filmi yeniden hatırladım, çünkü burada da benzeri bir heyecan var: Dublin’de günlerdir Papa’nın önümüzdeki hafta gerçekleşecek İrlanda ziyareti konuşuluyor.

Papa I. Francis, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, İrlanda’da da çok seviliyor. Mütevazı yaşam biçimi ve yoksullara duyduğu yakınlık nedeniyle, İrlandalılar onun kendinden önceki Papalara benzemediğini düşünüyorlar. Francis, gerçekten de seleflerinden biraz farklı. Latin Amerikalı ilk Papa olmasının yanı sıra, ismini aldığı Assissili Francis gibi dünya nimetlerine sırt çevirmesiyle tanınıyor. Vatikan’ın kendisine sunduğu lüks hayatı reddediyor, Papalığın kudretini temsil eden kırmızı pabuçları giymiyor, basit bir evde yaşıyor ve kiliseye otobüsle gidip geliyor. Ancak bütün bunlardan da önemlisi, dinler ve hatta türler ötesi bir Tanrı anlayışının temsilciliğini üstlenmiş gibi görünüyor. Yalnızca Katolik aleminin değil bütün insanlığın sorunlarını kendine dert ediniyor ve insanın dünyadaki varlığının diğer canlılarla uyum içinde yaşayamadığı müddetçe ahlaken doğru olamayacağını söylüyor.

Doğrusunu isterseniz, kiliseyle meselesi olanlar bile Francis’e biraz yakınlık duyuyorlar burada. Bunun geçerli sebepleri var elbette. Papa şu ana dek onun pozisyonunda olan kimsenin dile getirmeye cesaret edemeyeceği şeyleri söyledi. Cehennem diye bir şey yoktur, dedi mesela. Katolik Kilisesi içindeki en hassas meselelerden biri olan çocuklara yönelik cinsel taciz meselesinde “sıfır tolerans” politikası izleyeceğini defalarca tekrarladı. LGBT bireylerin başkalarından farklı olmadığını da öyle. Kendisine bu konuda yöneltilen bir soru üzerine, “Ben kimim ki, diğerlerini yargılayacağım?” diye cevap verdi. Ateistler içinse, onlar Tanrı’ya inanmasalar da, Tanrı onlara inanmaya devam ediyor, dedi. Anti-kapitalistlerin kalbini fethetmesi de uzun sürmedi: İnsan iki efendiye birden kulluk edemez, dedi bir konuşmasında, ya para ya da maneviyat, birinden birini seçeceksiniz.

Papa Francis’in sıra dışı kişiliğinin, İrlanda’da sevinçle karşılanmasında payı var elbette. Ama eleştirenler de yok değil. Kimileri Arjantin’de diktatörlük döneminde işlenen suçlara hiç karşı çıkmadığını hatırlatıyor, kimileri taciz için kurulan komisyonun göstermelik olduğunu öne sürüyor. Gazeteler ise birkaç haftadır Papa’nın İrlanda seyahatinin masraflarını sayıp döküyor. Aslına bakarsanız, bu konuda pek de haksız sayılmazlar. Francis’in toplam iki gün bile sürmeyecek bu kısacık seyahati için, şu ana kadar 32 milyon euro masraf yapılmış. Krizden yeni çıkmış ve hala toparlanmaya çalışan bir ekonomi için akıl almaz bir rakam bu. Bu miktarın bir kısmını Kilise ve bağışçılar karşılayacak olsa da, kimi İrlandalılar bu paranın büyük şehirlerde sayıları hızla artan evsizlere kalacak yer ve bakım sağlamak üzere kullanılabileceğini düşünüyorlar.

Akşam yemeğinde Mary bana gazeteyi gösteriyor. The Irish Times’da, gidecek yeri olmadığı için polis karakolunda gecelemek zorunda kalan yedi çocuklu bir kadın ile ilgili haberi okuyorum. “Sayıları günden güne artıyor,” diyor Mary içini çekerek. Biz bunları konuşurken kapı çalınıyor, Mary’nin eski arkadaşlarından biri geliyor. Ardından şu aralar her sofrada olduğu gibi Papa’nın ziyareti konusu açılıyor. Birlikte Papa Jean Paul’ün İrlanda’ya gelişini hatırlıyorlar. 1979’da ilk defa bir Papa İrlanda’ya ayak basıyor. Kayıtlara göre 2,9 milyon kişi Jean Paul’ü görmeye Phoenix Park’a gidiyor. “Benim dışımda herkes gördü galiba,” diyor Mary’nin arkadaşı. “Siz görmediniz mi?” diye soruyorum hayretle. Onun yaşındaki herkesin çok iyi hatırladığı bir olay çünkü bu. “Papa’yı kaçırdım. Ama çok mühim başka bir şeyi gördüm,” diyor. Mary ile birlikte gülüşüyorlar.

Sonunda hikayeyi ağızlarından almayı başarıyorum. Bugün olduğu gibi o zaman da, Phoenix Park’ta büyük bir alan Papa’nın yöneteceği ayin için hazırlanıyor. İnşaat alanında çalışan gündelikçi işçilere yemek sağlayan kurumun görevlileri arasında Mary’nin arkadaşı da var. Tamamen kadınlardan oluşan bir aşçılar ve dağıtıcılar ekibinin içinde. Günler geçiyor, büyük ayinin gerçekleşeceği meydan yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Dev bir haç dikiliyor, parkın bir bölümü bariyerlerle ayrılıyor, portatif tuvaletler yerleştiriliyor falan filan.

Hazırlıklar sürerken, işçilerle yemek hazırlayanlar arasındaki muhabbet de koyulaşıyor. Derken işçilerden biri büyük haçın altında Papa için özel bir tuvalet inşa ettiklerini ağzından kaçırıyor. “Koskoca Papa’nın herkes gibi portatif tuvalete gidecek hali yok tabii,” diyor Mary. Bunun üzerine mutfakta çalışan kadınlar derhal bir bahis defteri açıyorlar. Bahis konusu da şu: Papa’nın tuvaletine en önce kim girecek? İş iddiaya biniyor. Bahisler her gün artıyor. Tuvaleti görenin tarif etmesi lazım elbette. Bazıları gördüklerini iddia ediyorlar ama doğru dürüst tarif edebilene rastlanmıyor. Kimileri tuvaletin tamamen altından olduğunu söyleyecek oluyor. Fakat işçiler bu bilgiyi doğrulamıyorlar. Sonunda bir gün kadınlardan oluşan bir heyet tuvalete girmeyi başarıyor. Harfiyen tarif edip bahsi kazanıyorlar. “Evet, çok gösterişli bir tuvaletti,” diye gülerek itiraf ediyor Mary’nin arkadaşı, “Ama öyle altından varaklar falan yoktu.”

Jean Paul bunları bilseydi ne yapardı tahmin etmesi zor. Papa Francis ise alçak gönüllü olduğu kadar şakacı biri. Mizah duygusunun en çok ihtiyacımız olan şey olduğunu söylüyor. Muhtemelen bu hikaye onu çok eğlendirirdi. Zaten sindirim sistemiyle ilgili şakalara da pek yabancı sayılmaz. Kendisi de her sabah güne Thomas More’un Mizah Duası’nı okuyarak başlıyormuş: “Tanrım, bana iyi bir sindirim ver, ve tabii sindirecek bir şeyler.”

Sözün kısası, İrlandalılar Papa’nın ziyaretine dair çok umutlu. Umalım ki, büyük umutlarla başlayan bu hikaye filmdeki gibi hüsranla sonuçlanmasın. Öyle olursa her iki tarafın da mizah duygusuna güvenmekten başka çare kalmayacak.