Perde karanlık, dünya daha karanlık
Dünya Günü ve çevre hareketleri, sadece politikayı değil, sanatı da etkiledi. Sinema, küresel meseleleri anlatmakla kalmadı, seyirciyi harekete geçirmeyi amaçlayan bir bilinç alanı yarattı. Cli-Fi türü, bu farkındalığın sinemadaki güçlü izdüşümüdür.

Dünya Günü'nü geride bırakırken, kültür sanatın iklim krizine dair izlerini sürmek istedim. Çünkü bu gün, yalnızca gezegenimizi tehdit eden krizleri hatırlamakla kalmıyor, sanatın bu krizlere nasıl yanıt verdiğini düşünmek için de bir fırsat sunuyor. Bilimkurgunun yakın akrabası 'Cli-Fi' (iklim kurgusu) türünün evrimi tam da bu noktada önem kazanıyor. Bilim dünyası veya siyaset her adım attığında, sinema buna sanatsal bir yanıt üretiyor. Artık yalnızca eğlendirmiyor; toplumsal bilinç inşa ediyor. İşte tam da burada, 2000'lerin başında 'Cli-Fi' terimini literatüre kazandıran, ki kendisiyle şahsen de tanışmışlığım var, Danny Bloom'un katkısı devreye giriyor. Bloom'un tanımına göre Cli-Fi, iklim krizini merkeze alan eserlerin yanı sıra, bu meselenin arka planda işlendiği tüm anlatıları kapsıyor. Yani bu tür, yalnızca distopik senaryolar sunmakla yetinmiyor; insan ile doğa arasındaki kırılgan ilişkiyi de kökten sorguluyor.
EDEBİYATTA İKLİM ANLATILARI
İklim krizi, edebiyatın en güçlü temalarından biri haline gelirken, eco-fiction (ekolojik kurgu) türü, doğa-insan ilişkisini, çevresel felaketleri ve ekolojik dengeyi derinlemesine sorgulayan eserlerle bu alanda kapsayıcı bir şemsiye işlevi görüyor. Türün kökleri aslında 19. yüzyıla dek uzanıyor: Jules Verne'in Buzların Sfenksi (1897) gibi eserlerde iklim temaları alegorik biçimde karşımıza çıkarken, 20. yüzyılda bu mesele edebiyatta daha bilinçli bir söylemle yer bulmaya başlıyor. John Steinbeck’in Gazap Üzümleri (1939), Amerikan Dust Bowl felaketini insani boyutuyla resmederek iklim krizinin toplumsal yarılmalara nasıl yol açtığını gösteren ilk kült eserlerden biri. 1960’lar ve 70’lerde ise çevre hareketlerinin yükselişiyle paralel olarak J.G. Ballard’ın The Burning World’ü ve John Brunner’ın The Sheep Look Up’ı gibi distopik eserler, su kıtlığı ve endüstriyel kirlilik gibi güncel tehditleri sert bir üslupla ele alarak türün sınırlarını genişletiyor. 21. yüzyıla geldiğimizde ise Margaret Atwood’un MaddAddam üçlemesi biyoteknolojik distopyaları, Paolo Bacigalupi’nin The Water Knife’ı ise su savaşları senaryolarını işleyerek iklim kurgusunu yeni bir boyuta taşıyor. Görünen o ki, eco-fiction yalnızca geleceğe dair uyarılar değil, insanlığın kolektif vicdanı olma rolünü de üstleniyor.
EDEBİYATIMIZDA ECO-FI POTANSİYELİ
Türkiye'de doğrudan eco-fiction türüne giren eserler sınırlı olsa da, bu alanda dikkat çekici örnekler bulunmaktadır. Buket Uzuner'in Tabiat Dörtlemesi, Türk edebiyatının en belirgin eco-fiction örnekleri arasında yer alır. Bu eserler, iklim krizi, ekolojik denge ve doğa-insan ilişkisi gibi temaları açıkça merkezine alarak türün ülkemizdeki en net temsilcilerinden olmuştur. Latife Tekin'in Manves City adlı eseri ise kontrolsüz kentleşme ve çevresel yıkımı distopik bir üslupla işler. Benzer şekilde, Mehmet Eroğlu'nun Fay Kırığı serisi doğal afetler üzerinden modern yaşamın kırılganlığını anlatırken, daha çok sosyolojik bir perspektif sunmakta. Eco-fiction kapsamında değerlendirilmese de Barış Bıçakçı'nın kentli bireyin doğayla kopuk ilişkisini anlatan eserleri, Ayfer Tunç'un 'Dünya Ağrısı' ve İhsan Oktay Anar'ın 'Amat'ı gibi yapıtlar da dolaylı olarak bu temalara dokunmaktadır.
BEYAZPERDEDE CLI-FI
Cli-Fi türü, sinemada 1970'lerden itibaren kendini göstermeye başladığında, izleyiciyi geleceğin ekolojik kabuslarıyla yüzleştiren bir araç haline geldi. 1973 yapımı Soylent Green, kaynak kıtlığının insanlığı nasıl bir yamyamlık düzenine sürükleyebileceğini göstererek türün ilk kült eserlerinden biri oldu. Robert Altman'ın Quintet'i ise küresel soğumayla gelen buz çağını, varoluşçu bir oyun metaforuyla birleştirerek türün en sıra dışı örneklerinden birini sundu. 1982'de Ridley Scott'ın Blade Runner'ı, sürekli yağmur altındaki, ekolojik çöküşün şehir hayatını nasıl dönüştürdüğü bir Los Angeles portresi çizerek, Cli-Fi'nin görsel dilini kalıcı şekilde etkiledi. 2000'lerle birlikte tür, farklı tonlarda yeniden şekillendi: Christopher Nolan'ın Interstellar'ı tarımsal çöküş ve toz fırtınalarını bilimkurgu epiğiyle buluştururken, Pixar'ın Wall-E'si tüketim çılgınlığının yarattığı çöp distopyasını çocuk dostu bir dille anlattı. Danny Boyle'un Sunshine'ı güneşin sönmeye başladığı bir evrende bilim insanlarının çaresizliğini konu alırken, Mad Max: Fury Road su savaşlarının şiddet dolu dünyasını benzersiz bir görsel şölene dönüştürdü. Kingsman serisi ise iklim krizini, aksiyonun merkezine yerleştirerek türün ana akımla nasıl bütünleşebileceğini kanıtladı.
SİNEMAMIZDA CLI-FI POTANSİYELİ
Türkiye'de doğrudan Cli-Fi türüne giren filmler oldukça sınırlı olsa da, bazı önemli yapımlar çevresel yıkımın toplumsal ve bireysel etkilerine dolaylı yollarla temas ediyor. Bu filmler, iklim krizinin yarattığı huzursuzluğu ve insan-doğa ilişkisindeki kopuşu farklı sanatsal perspektiflerle ele alıyor. Emre Yeksan'ın Körfez filmi, endüstriyel bir limanın kirli atmosferini metaforik dille yansıtarak çevresel bozulmanın birey üzerindeki etkilerini irdeliyor. Film, Cli-Fi'nin tipik felaket senaryolarını içermese de, ekolojik tahribatın yarattığı varoluşsal yabancılaşmayı hissettiriyor. Emin Alper'in Kurak Günler ise su kıtlığı teması üzerinden, kaynakların azalmasıyla derinleşen toplumsal gerilimleri ve otoriterleşme eğilimlerini politik bir gerilim diliyle aktarıyor. Film, çevrenin sosyopolitik sonuçlarına dair çarpıcı bir alegori sunuyor. Semih Kaplanoğlu'nun Buğday ise doğrudan bir iklim felaketi anlatısı olmasa da, gıda krizine ve insanın doğayla kopan bağlarına odaklanarak türün daha felsefi ve şiirsel bir yorumunu getiriyor. Beklentimiz, yönetmenlerin bu türde daha fazla eser üretmesi. Ancak bu sayede Türk sineması da gezegenimizin karşı karşıya olduğu küresel krize sanatsal bir yanıt verebilir; bu hem anlamlı hem de gurur verici bir gelişme olur. Sinemanın bu küresel mücadelede hem bilinçlendirici hem de eyleme çağıran güçlü bir araç olduğunu görmek için Yale Climate Connections’ın hazırladığı ‘The Ultimate List of Cli-Fi Films’ başlıklı film listesine göz atmanızı öneririm.
∗∗∗
YAKLAŞAN BÜYÜK CLI-FI FİLMLERİ (2025–2026)
• 28 Years Later (Haziran 2025) – Danny Boyle’un yönetmenliğinde, enfekte bir dünyada hayatta kalma mücadelesi.
• Avatar: Fire and Ash (Aralık 2025) – James Cameron’un Pandora’daki çevresel çatışmaları derinleştiren devam filmi.
• Sunrise on the Reaping (Kasım 2026) – Açlık Oyunları evreninde çevresel ve toplumsal sorunlara odaklanan ön film.