Google Play Store
App Store

Nâzım Hikmet usta bana, “Pişkinliği resmedebilir misin?” diye sorsa Şimşek’in 15 Ekim tarihli televizyon söyleşisini örnek verirdim.

Pişkinliğin resmi

“Sen bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, işin kolayına kaçmadan ama?” demiş ya Nâzım Hikmet usta, şimdi bana “pişkinliği resmedebilir misin?” diye sorulsa Mehmet Şimşek’in 15 Ekim tarihli televizyon söyleşisini örnek verirdim. Düşünün, anlı şanlı Hazine ve Maliye Bakanı, Meclis’e Savunma Sanayii Destekleme Fonu’na (SSDF) gelir yaratmak amacıyla sundukları yeni vergi paketini savunurken, “Bu konuda milletimizin hiçbir endişesi olmasın. Zerre kadar tereddüde mahal yok. Neden? Çünkü bu paketin bir kuruşu bütçeye gelmeyecek” diyebiliyordu.

BU İFADENİN NERESİNİ DÜZELTEBİLİRİZ?

Bu ifadenin patenti aslında CB Yardımcısı Cevdet Yılmaz’a ait çünkü bu paketi ilk kez o benzer ifadelerle savundu. Aslında daha gerilerde bir Özal mirası olduğu, devasa bir fon sistemi kurarak ilk günahı onun işlediği belirtilmeli. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine bu paketin görüşülmesi Bütçe sonrasına ertelendiyse de “neresini düzeltebiliriz” üzerinde mutlaka durulmalı.

PİŞKİNLİĞİN BETİMLENMESİ: BİR İÇERİK ANALİZİ

Paketin maddelerinin içeriğini tartışmak, Bakanın paketi savunurken kullandığı ifadelerin içerik analizini yapmak yanında tali önemde kalır. Bu bakımdan şunlar öncelikle vurgulanmalı:

Bir Hazine ve Maliye Bakanı ve bir CB Yardımcısı, bir kamu gelirinin bütçeye girmeyecek olmasını iyi bir şey olarak sunamaz.

Bir Maliye Bakanı, bir kamu gelirinin bütçeye girecek olmasının vatandaşın “endişe” ve “tereddüdüne” yol açabileceğini düşünüp bu endişeyi giderecek bir konumda olamaz.

OLURSA NE OLUR PEKİ?

• O zaman bütçeye giren paraların doğru düzgün harcanmadığı ve kaynak tahsisinin doğru yapılmadığı itiraf edilmiş olur.

• Bütçe açıklarının bir gayya kuyusuna döndüğü ikrar edilmiş olur.

• Bütçelerin “adem-i tahsis” ilkesine göre çalışıyor olması (yani belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilemez oluşu) bütçe hakkının tarihsel kazanımlarındandır. Aksi durumda bütçe uygulaması teknik olanaksızlıklar cenderesine de sokulmuş olurdu. Tahsis ilkesine göre çalışan fon sistemi işte tam da bu cendereyi oluşturan şeydir ve en berbat örneği de Özal döneminde yaşandı. Ama bakan tam da bu tahsis ilkesini övüyor zaten: “Bu doğrudan doğruya bütçe dışında bir fon olduğu için ademi tahsis ilkesine bir aykırılık yok burada. Bütçede olsaydı bu ilke nedeniyle hani buraya harcanıp harcanmayacağı garanti edilemezdi ama şu anda özel bir fon olduğu için bütçe dışında olduğu için bu konuda bir tereddütte mahal yok.” Bu da pişkinliğin veya “özrü kabahatinden büyük” durumlarının zirvesi oluyor.

Bir Maliye Bakanı bütçesini savunamayacak duruma düşmüşse, iktidar siyaseten düşmüş demektir. Örneğin Maliye Bakanı şu lafları söyleyemez: “Deprem sonrasında vergiler getirilmiş adına da ‘deprem vergisi’ denilmiş. Fakat bunlar bir deprem fonunda toplanmamış. Dolayısıyla depreme ilişkin harcamalar bütçeden yapılmış.” Yani iş bütçeye bırakılınca işler yürümüyor demek istiyor. Peki 1985’te kurulmuş olan SSDF zaten bütçe vergi gelirlerinden pay almıyor mu? Alıyor, Fonun gelirlerinin yüzde 80’den fazlası vergi paylarından geliyor. O zaman elini tutan mı var ey Bakan, bu payları ve SSDF’ye tahsis edilen bütçe ödeneklerini artırırsın olur biter. Böylece en azından gelir yönünden bir denetime tabi olmuş olur. Ama dertleri, adına vergi değil katılma payları dedikleri yeni yükümlülükler getirmek.

Birinci derecede sorumluluğu halkın bütçeye güvenini artırmak olan bir Maliye Bakanı (ve Cumhurbaşkanlığı), bir kıytırık ek gelir kaynağı yaratmak uğruna bu sorumluluğun gereğini yapmaktan geri duramaz, bütçeyi bir “gayya kuyusu” gibi gösteremez.

Bütçeler, bütçe hakkı gereği, iyi kötü bir Meclis denetimine ve onun adına faaliyet gösteren Sayıştay denetimine tabiyken, bu denetimlerin dışında tutulan bir bütçe dışı fon için Meclis’ten kendisini dışarda bırakacak bir düzenleme çıkarması için pişkince yetki istenemez (Nitekim SSDF kaynakları kullanılarak yapılan S-400 alışverişi ve F-35’e kaptırılanlar denetlenemez durumdadır).

KISA BİR TARİHÇE

Bazı okuyucular için tekrar olabilir; ama altını daima çizmek zorundayız. Türkiye’de Özal’ın doğrudan talimatlarıyla 1984’ten başlayarak inanılmaz bir fon furyası başlatılmıştı. Özal’ın bir fon ekonomisi oluşturma sevdası o kadar ileriye gitmişti ki, ANAP’ın son yılına (1991) gelindiğinde sayıları (üniversite fonları dahil) 104’e ulaşmıştı. Bu sayı tek başına bir şey ifade etmeyebilir ama fonlarla toplanan gelirler bütçe gelirlerinin yüzde 57’sine ulaşmıştı! Üstelik ipin ucu öylesine kaçmıştı ki ne Maliye Bakanlığı ne Hazine Müsteşarlığı ne Merkez Bankası ne de DPT, fonların bütününü görebilecek bir veri setine sahip değillerdi. Fonları ve bunlarla ilgili çığ gibi yağan mevzuatı izlemek imkânsız hale gelmişti ve tüm ekonomi bürokrasisi bundan yakınıyordu. Ama Başbakan Özal’ın keyfi yerinde olmalıydı çünkü toplam fon kaynağının yüzde 75’i Başbakanlığın kontrolündeydi ve paraya/mali sisteme istediği gibi müdahale edebiliyordu.

Değerli meslektaşım Ali Rıza Aydın’la birlikte 1985’ten itibaren fonlar üzerine çalışıyorduk ve ortak üç kitabımız da yayınlanmıştı (Bunlardan birinde değerli meslektaşımız Aziz Konukman’ın da imzası vardı). 1991’de DYP-SHP iktidarı kurulunca, ben de başbakanlık danışmanı olarak üç ay görev aldım. Bu kısa süre içinde ilgili kamu kurumlarının verilerini birleştirmek üzere fonlarla ilgili yetkilileri bir araya getirip bir tasfiye planı hazırlanmasına öncülük ettim. Ama uygulanamadı. Ne zaman ki IMF de fonların tasfiyesini istedi, 2000 yılında benzer bir tasfiyeye girişildi!

Fon rezaletini bu çapta yaşayan ilk dünya örneği, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işbirlikçisi Vichy Hükümetinin işgal birliklerinin bakım masraflarını da karşılamak üzere kurduğu çılgın fon sistemiydi. Fransa bunun etkilerinden 1980’lere kadar kurtulamadı. Özal’ın fon sistemi ise 1980’lerde başladı, 2002’ye kadar geldi. Üstelik tüm fonlar da tasfiye edilmedi; SSDF ve SYDTF halen AKP’nin dere tepe kullandığı büyük fonlardandır. AKP kendi katkısını da esirgemedi; Türkiye Varlık “Fonu” adlı tuhaflıkla, Özal’ın toplam fonlarıyla yarışır büyüklükte devasa bir “fon” türetti. Şimdi de “İsrail tehdidi” ve “katılım payları” cinlikleri üzerinden halka yeni yükler getirme peşinde olduğunu gösterdi.

SORUN İKTİDARDA OLMASIN?

Sermayenin gelir ve kurumlar vergilerini artırarak veya bunlara dönük vergi harcamalarını sadece yüzde 20 azaltarak bile bu paketten umulan ek gelirin beş katını sağlamak mümkün. Ama yapamazlar, sermaye iktidarının meşrebi buna müsait değildir. Halkın hesap sorması gereken tam da budur. Aslında tam tersi yapılıyor; “enflasyon düzeltmesi” önleminden sermaye lehine geri adım atılıyor; şans oyunlarından SSDF’ye yapılan kesintiler yarı yarıya düşürülüyor!

Öte yandan ana akım iktisatçılar hâlâ “bütçe politikası dezenflasyonist programı yeterince desteklemiyor” diyebiliyorlar. Peki, daha nasıl destekleyecekti? Tarım destekleri yasal sınırın beşte birinde tutuluyor, personel ödeneklerinin bütçenin dörtte birini aşmasına izin verilmiyor, sosyal yardımlar seçim sonrasında hızla düşürülüyor, sosyal güvenlik sistemini budamak için TES vs gündemde tutuluyor. Gene de bütçe açıkları kontrol edilemiyorsa sakın sorun sermayede ve onun iktidarında olmasın?