Google Play Store
App Store

Bir yazımda Lenin'in, "Toplumları sağlıklı bir geleceğe götürecek üç şey vardır: Akıl, insaf ve dürüstlük." sözlerini andıktan sonra yer verdiğim "Devrimin ve sosyalizmin, özünde, sevgiye dayandığının ve ilhamını iyi insanların kalbinden aldığının neredeyse unutulduğu bir dönemde, sol, devrimciliğin akılla kalp arasında kurduğu kopmaz bağı yeniden hatırlamalı. Sosyalizm sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir tür uzmanlar sistemi değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde, insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir" şeklindeki ifadeler, birçok arkadaşın ilgisini çekmişti.

Öte yanda benim yazılarımda da zaman zaman kullanılan haksızlık, adaletsizlik, ahlak, ahlaksızlık gibi kavramların Marksizmin bilimsel pozitivist temeldeki bir kavramlısı açısından tartışmalı kavramlar olduğu söylenir.

Bu konudaki teorik tartışmaları bir tarafa bırakacak olursak bizlerin büyük bir çoğunlukla ahlaki nedenlerle devrimci mücadele ve sosyalist hareket saflarında yer aldığımızı söyleyebiliriz. Sınıfsal/sosyal konumlarımız açısından çoğumuzun ezilenlerle, "işçi sınıfı" ile bir ilgimiz yoktur. Buna rağmen ülkenin içinde bulunduğu eşitsizliklere, haksızlıklara, baskılara karşı bir isyan duygusu içinde, bilimsel dünya görüşünü benimseyerek mücadele ettik.

Politikanın kendisi ise aslında (içinde sürekli Baykallar, Ecevitler üreterek) yabancılaşmanın kendisini en yoğun bir güçle ortaya koyduğu alanlardan biridir.

Yabancılaşma en kısa ve özet bir ifadeyle söylenecek olursa partilerin, grupların, insanların kendi içinde bulundukları konumları ve kendi eyledikleri vasıtasıyla kendi kendilerinin dışına çıkmaları, kendilerine yabancı bir konuma sürüklenmeleri olarak tanımlanabilir.

Devrimci siyasetin bütün meşruiyeti, son tahlilde, aslında bir iktidar mücadelesi anlamında siyasetin kendisinin ortadan kaldırılması için yapılıyor olmasında yatar.

Oysa, (daha önce, anlamsız kavga ve tartışmalarla parti hayatının U. Eco'nun Gülün Adı'ndaki unutulmaz 'manastır kavgası' man-zaralarıyla dolduğu bir dönemde yazdığım gibi) devrimci siyaset hayatının çoğunlukla burjuva siyasetine has zaaflarla yüklü bir ortam içinde yürütüldüğü de bir gerçektir. Biz yabancılaşmanın bütün kaynaklarını ortadan kaldırmak için politikayla uğraşıyoruz ama, burjuva politikacılığına dair bizim reddetmeye ve tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştığımız ne kadar olumsuzluk varsa, gelip içimize çörekleniyor ve biz çaresizlik içinde oturup kalıyoruz. Biz başkaları tarafından haksız ve adaletsiz, eşitsiz bir düzen altında yönetilmekten kurtulmak için, toplumlardaki yöneten-yöne-tilen ayrımının da sona ermesi için siyaset yapmaya çalışıyoruz ama, bir süre sonra orda da bir 'yönetme' (veya "iç-iktîdar") kavgasının başlamasına engel olamıyoruz. Bir yanda daha çok yönetmeye, iktidar olmaya hevesli olanlarımız çıkıyor, bir tarafta da ne yönetim işiyle uğraşmak ne de yönetilmek istemeyenlerimiz... ( Biz Ona Devrim Diyorduk. S.187)

Bu, devrimci politikanın da bir paradoksu.

Ben yaklaşık kırk yıla yakın bir süredir neredeyse bütün hayatımı aslında hiç sevmediğim bu siyasetin içinde, bu paradoksu yaşayarak geçirdim.

Yaşadıklarıma dönüp baktığımda, herkesin bugün durduğu yerden anlamlandırmaya çalıştığı bir "empresyon" gibi.

Önemli olan yaşananlar mı, yoksa geride kalanlar mı?

Bu, aslında yanıtı o kadar kolay bir soru değil.

Belki de, devrimci siyasetin temiz soluğundan başka hiçbir şey önemli değil.