Pompeii’de ne oldu?
Vezüv Yanardağı’nın MS 79 yılındaki patlaması, Pompeii ve Herculaneum’daki antik Roma yaşamının “fotoğrafını” çekerek, doğanın öngörülemezliği ve vahşetinin gücünü asırlar ötesinden hatırlatıyor.
Vezüv (Vesuvius) Yanardağı’nın 24 Ağustos 79 (evet, bildiğiniz 79) yılında yaşanan patlaması, volkan felaketleri tarihinde yaşanmış en korkunç olaylardan biri. Bu, öylesine şiddetli bir patlamaydı ki, civarındaki üç Roma şehri olan Pompeii, Herculaneum, Stabiae ve birkaç diğer küçük yerleşim yerini lav ve küller altında bırakarak yok etti. Bugün, gerek Genç Plinius’un (Gaius Plinius Caecilius Secundus) yazdıkları sayesinde, gerekse de arkeolojik kanıtlar sayesinde, o gün yaklaşık olarak neler yaşandığını biliyoruz.
O GÜNÜN SABAHI
Pompeii ya da Herculaneum'da 79 yılının 24 Ağustos sabahı da her sabah gibi başladı (gerçi tarihin tam olarak 24 Ağustos olup olmadığı halen tartışmalı, belki ekim sonu kasım başı da yaşanmış olabilir; ama bu, hikâyemiz açısından o kadar da önemli değil, dolayısıyla 24 Ağustos varsayacağım). O günlerde evler (özellikle de “domus” denen özel mülkler) erkenden hareketlenirdi: Roma İmparatorluğu’nun köleleri kahvaltı hazırlamakla ve sabah ışığıyla aydınlanan avluları süpürmekle meşgulken, daha varlıklı sakinler günlerini planlamaya başladılar. Zanaatkârlar atölyelerinde kil, demir ve tekstil ürünleri işlerken, sokaklar taze ürünler ve pişmiş ekmek satan tüccarlar ve çiftçilerle dolup taşıyordu. Son birkaç gündür ufak tefek depremler bölgeyi sallamıştı sallamasına ama, burası depremler ülkesiydi, bunlar normaldi. Mesela MS 62 yılında da şiddetli bir deprem olmuştu; ancak Vezüv'de herhangi bir patlama meydana gelmemişti. Şimdiki ufak depremler neden önemli olsundu ki? Bu “alışmışlık”, şehrin canlı hayatını adeta zaman içinde donduracak olan felaketin ayak seslerinin göz ardı edilmesine neden oldu.
Pompeii ve Herculaneum halkı günlük rutinlerine devam ederken, Vezüv Yanardağı patlamanın eşiğindeydi. Vezüv, Afrika levhasının Avrasya levhasının altına dalmasıyla oluşan Campanian volkanik yayının bir parçası olan bir stratovolkandı. Bu dalma-batma bölgesi milyonlarca yıldır aktifti ve zaman içinde muazzam bir volkanik basınç biriktirmişti. Yüzeyin altında, bir magma odası onlarca yıldır silikatlardan oluşan oldukça viskoz (akmaya direnen), gaz bakımından zengin bir magma ile sürekli olarak dolmaktaydı ve gazlar sıkıştıkça muazzam bir basınç oluşturuyordu. Aşırı ısınmış gaz ve magmanın patlamaya hazır karışımı, volkanik yapı içinde muazzam bir stres yaratarak katı kayayı zorlamaya başladı. Basınç artmaya devam ettikçe, Vezüv'ün magma odası kritik bir noktaya yaklaştı. Magmanın içindeki gazlar genişleyerek üstteki kayayı zorladı ve nihayetinde magmanın kaçabileceği çatlaklar oluşturdu. MS 79 yılının Ağustos ayına gelindiğindeyse, bu basınçlı sistem, tehlikeli bir düzeyde kararsız hale gelmişti. Vezüv için patlama artık kaçınılmazdı.
Saatler öğleden sonra yaklaşık 1’i gösterirken Vezüv olağanüstü bir şiddetle patladı. Devasa bir kül ve süngertaşı sütununu gökyüzüne doğru kilometrelerce iterek, Güneş ışınlarını karartan, yüksek bir bulut oluşturdu. İnsanlar külün adeta gri bir kar gibi yağdığını gördü. Patlamayla birlikte fışkıran ponza taşları, “gökten taş yağıyor” deyimine yakışır bir şekilde yüzeye yağarak, yaralanmalara ve yapıların hasar görmesine neden oldu. Kısa bir süre içinde havayı, nefes almayı zorlaştıran ve öksürük nöbetlerine yol açan keskin bir sülfür kokusu kapladı. Gürültülü patlamalar ve sürekli gümbürtüler arasında, bazı sakinler başlarını yastık veya bezlerle koruyarak kaçmaya çalışırken, diğerleri evlerinin kendilerini koruyacağını umarak içeriye sığındı. O gün, durmaksızın yağan kül ve taşlarla geçti. Patlama ertesi gün daha da şiddetlendi. Aşırı ısınmış gaz ve volkanik maddeden oluşan ölümcül piroklastik akıntılar hızlı hareket eden akımlar, Vezüv'ün yamaçlarından aşağıya doğru süpürüldü. Herculaneum, yutulan ilk şehir oldu. Sakinleri, aşırı sıcaktan anında öldü ve tonlarca kül ve çamurun altına gömüldü. Daha sonraki dalgalar, Pompeii'ye ulaşarak şehri adeta bir silindir gibi ezdi ve termal şok nedeniyle anında ölümlere neden oldu.
Patlama yatıştığında, kalın bir volkanik malzeme tabakası bölgeyi kapladı ve binaları, o dönemki eserleri ve ölülerin bedenlerinin son anlarını adeta zaman içinde dondurarak, geleceğe bir miras olarak bıraktı. Bu doğal afet sadece araziyi yeniden şekillendirmekle kalmadı, aynı zamanda Roma yaşantısı ve yanardağın yarattığı ani yıkım hakkında derin bilgiler sağlayan paha biçilmez bir arkeolojik kayıt da bıraktı. Pompeii ve Herculaneum'a bugün gidecek olsanız, o gün ölen insanların bedenlerini, öldükleriyle aynı pozisyonlarda görebilirsiniz. Bunun sebebi, arkeologların Pompeii'de piroklastik akıntılar altında gömülen cesetlerin son pozisyonlarını ortaya çıkarmak için kullandıkları titiz bir teknik... Vezüv'ün patlaması şehri volkanik külle kapladığında, kurbanların vücutlarının yumuşak dokuları sıcaklık nedeniyle çürüdü ve soğuyarak sertleşen kül katmanları içinde boşluklar veya oyuklar bıraktı. Kül, içindeki bedenlerin etraflarında katılaştığında, cesetlerin son pozisyonlarının da adeta bir kalıbını çıkarmış oldu.
Yıllar sonra bu alanda çalışan arkeologlar, bu vücut formlarını yeniden inşa etmek için oyuklara küçük delikler açtılar ve içlerine dikkatlice sıvı alçı döktüler. Alçı sertleştikten sonra, etrafındaki kül dikkatlice kaldırılarak kurbanların detaylı kalıpları ortaya çıkarıldı. Yani yaygın kanının aksine, Pompeii’de bugün gidip görebileceğiniz ceset kalıntıları, aslında o cesetlerin kendisi değil; cesetlerin arkasında bıraktığı boşlukların alçıyla doldurulması sayesinde elde edilen kalıpları. Ama bu hassas teknik sayesinde, cesetlerin yüz ifadeleri, vücut pozisyonları, hatta giysi kıvrımları veya ellerinde tuttukları kişisel eşyalar gibi ayrıntıları bile ortaya çıkarmamız mümkün oldu.
SPEKÜLATİF HİKÂYELER
Tabii ki bu donmuş bedenler, bir dolu spekülasyonu ve potansiyel hikâyeyi de beraberinde getirdi. Pompei'deki ünlü alçı kalıplarına verilen "Altın Bilezikli Ev Ailesi" ve "İki Bakire" gibi isimler; bedenlerin şeklinden, eşyalarından ve yüz ifadelerinden yola çıkarak o kişilerin kimler olduğunu, birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduklarını ve son anlarda neler yapmaya çalıştıklarına yönelik bir izah çabasını yansıtıyor. Bu yorumlar genellikle somut kanıtlardan ziyade, fiziksel duruşlara ve romantikleştirilmiş fikirlere dayanıyordu.
Ancak geçtiğimiz haftalarda Current Biology dergisinde yayınlanan yeni bir genomik araştırma, uzun süredir devam eden bu varsayımlara meydan okudu. Harvard'dan genetikçiler ve Floransa Üniversitesi'nden antropologlardan oluşan bir ekip tarafından yürütülen analiz, "Altın Bilezikli Ev Ailesi"nden olduğu varsayılan anne-çocuk çiftinin aslında akraba olmayan yetişkin bir erkek ve genç bir oğlan olduğunu ortaya koydu. Ayrıca, gruptaki dört kişiden hiçbiri biyolojik olarak akraba değildi ve bu da asırlardır anlatılagelen “çekirdek aile” fikriyle çelişiyor.
Daha önce kız kardeşleri ya da bir anne ve kızı tasvir ettiği düşünülen ‘‘İki Bakire’’ anlatısı da bu yeni genetik bulgularla altüst oldu. Bu bireylerden en az biri genetik olarak erkekti; bu, önceki cinsiyet varsayımlarını çürütüyor. Bu kişilerin sevgili oldukları yönündeki romantik düşünce spekülatif olmaya devam ederken, araştırmacılar gerçek ilişkilerinin, Roma toplumunda yaygın bir uygulama olan evlat edinme gibi kan bağıyla ilgisi olmayan sosyal bağları da içeriyor olabileceğinin altını çiziyorlar.
KOZMOPOLİT YAPI
Genomik veriler ayrıca Pompeii'nin Roma İmparatorluğu'nun kozmopolit yapısını yansıtacak biçimde çeşitli olan popülasyonuna dair de bazı önemli bilgiler sunuyor. Araştırmacılar, Doğu Akdeniz, Ege ve Levant gibi bölgelerden gelen ve muhtemelen göç, ticaret, kölelik ve fetihlerden kaynaklanan genetik soylara dair bir dizi kanıt buldu.
Anlayacağınız, Vezüv Yanardağı'nın MS 79 yılındaki patlaması, Pompeii ve Herculaneum'daki antik Roma yaşamının akla gelebilecek en ürpertici “fotoğrafını” çekerek, doğanın öngörülemezliği ve vahşetinin gücünü bize asırlar ötesinden hatırlatıyor. Bilimin gelişmesiyle birlikte kurbanların genomlarının incelenmesi, bilimde romantize edilmiş ve sağlam kanıtlara dayanmayan yorumların ne kadar yanıltıcı olabileceğini de gösteriyor.