Google Play Store
App Store

Batılı demokrasiler yıllardır kendi Potemkin köylerini inşa ediyor, gerçeklerden kopuk politikaları ve söylemleri dayanaklı hale getirmeye çalışıyorlar. Yaşanan her şeyi demokrasi ve otokrasi güçlerinin bir çekişmesi gibi tasvir ediyorlar.

Potemkin Köyü yıkılıyor
Fotoğraf: Depo Photos

Marco CARNELOS

Kökeni Çarlık Rusyasına dayanan Potemkin Köyü benzetmesi, gerçekleri gizlemek için kullanılan asılsız anlatıları kast etmek için kullanılır.

Naziler ve faşistler bu taktikleri kendi suçlarını ve kötü yönetimlerini gizlemek için kullandılar. Daha genç kuşaklar için Truman Show, bu olguyu anlatan müthiş bir filmdir.

Batılı demokrasiler yıllardır kendi Potemkin köylerini inşa ediyor, gerçeklerden kopuk politikaları ve söylemleri dayanaklı hale getirmeye çalışıyorlar. Yaşanan her şeyi demokrasi ve otokrasi güçlerinin bir çekişmesi gibi tasvir ediyorlar.

Fakat Potemkin Köyü çöküyor. İşaretler, şüphe götürmez cinsten.

Buna dair yaşanan son hadise, ABD’deki başkanlık yarışında Joe Biden ve Donald Trump arasında yapılan münazaraydı.

Biden’ın bilişsel güçlükleri yıllardır tartışılıyor fakat ABD yönetiminin içindeki ve dışındaki farklı şahsiyetler ve medyadaki ortakları bu gerçeği gizlemeye çalışıyorlar. Şimdi çevirdikleri numaralar deşifre oldu ve panik halindeler. The Economist dergisinde yayımlanan başyazının ilk cümlesinde “örtbas” sözcüğü geçiyordu.

Wall Street Journal da olan biteni şu satırlarla özeliyordu: “Dört yıldır bizi kandırmaya çalışıyor ve bunu sözde ‘demokrasi’ için yapıyorlar … Demokratlar Biden’ın başkanlık yapacak yetkinlikte olduğuna dair bizi kandırabileceklerini sandılar. Bu kurguyu sürdürerek, seçmeni ve demokrasiyi gerçekte ne kadar küçümsediklerini dışa vurdular.”

DEMOKRASİ REZALETİ

Sistem güç sahiplerinin gücünü koruması üzerine kuruluysa, popülistleri nasıl eleştirebilir ve karalayabilirsiniz ki? “Olağan şüpheliler” artık Amerikan demokrasisinin Trump tehlikesinden kurtarılması gerektiğini söyleyerek paçayı kurtaramayacaklar çünkü asıl demokrasi rezaleti, kendi davranışlarının bir neticesi.

Olan bitene akıl erdirebilenler şunu sormakta haklılar: Ülkeyi kim yönetiyor? Kaçınılmaz cevap şu ki, seçim sistemini finanse eden dev bağışçılar ve bürokratlar yönetiyor. Bu liberal demokrasi değil, ikiyüzlü bir oligarşi.

Fakat aklımızla alay edilircesine kandırıldığımız tek yer Amerikan siyasi sistemi değil. Geçtiğimiz ay yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, seçmen kendini yöneten liderlerden memnun olmadığını net bir biçimde ortaya koydu.

AB liderleri ise seçmeni görmezden gelmeyi seçti. Ursula von der Leyen tekrar Avrupa Komisyonu liderliğine seçildi. Bu yetmezmiş gibi Estonya Başbakanı Kaja Kallas (ki kendisi Rusya Federasyonu’nun farklı devletlere bölünmesi gerektiğini düşünüyor), komisyonun dışişleri temsilcisi olarak seçildi. AB ve Rusya arasındaki gerginliğin sürmesi böylece garanti altına alınmış oldu.

AB liderleri Potemkin Köyü’nü can havliyle korurken, ulusal seçimler  yapılan Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi oyların %33’ünü aldı, seçime katılım %60 düzeyinde ölçüldü. Seçim sonuçlarına göre parti parlamentoda 60 koltuk kazanacak. Keir Starmer liderliğindeki parti, adı karalanarak partiden atılan Jeremy Corbyn’in 2017’de aldığından birkaç milyon daha az oy aldı. Buna rağmen seçim sonucu “İşçi Parti’nin büyük zaferi” olarak tarif edildi.

Fransa’da merkez sol koalisyon kendi içinde hemen her konuda görüş ayrılığı içinde. Uzlaştıkları tek konu, aşırı sağcıları durdurmak. Bu sayede Marine Le Pen’in Ulusal Birlik partisinin ülkeyi yönetmesini engellediler. Seçim sonuçları parlamentonun kilitlendiğini gösteriyor. Emmanuel Macron’un neoliberal partisi, Filistin devletinin tanınması gerektiğini savunan Jean-Luc Melenchon’un partisiyle nasıl bir koalisyon kurabilir ki?

ALDATMA VE MANİPÜLASYON

Almanya’nın “trafik ışığı” koalisyonu son seçimde oyların %30’unu aldı. Koalisyon çelişkili politikalar uygulamayı sürdürüyor. Bir yandan askeri harcamaları artırıyor, bir yandan ülkeyi sanayiden arındırıyor. İtalya’da aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi iktidarda kalabilmesini Potemkin Köyü’nün anlatılarına boyun eğmesine borçlu.

Bu esnada, Rusya’ya iki senedir uygulanan yaptırımların ne denli etkili olduğuna dair türlü yalanlar dinliyoruz. Aynı esnada Dünya Bankası, Rusya’nın orta-üst gelir grubundaki ülkeler listesinden çıkıp, yüksek gelirli ülkeler listesine girdiğini duyurdu.

Rusya’nın AB için varoluşsal bir tehlike olduğunu dinledik durduk ve Avrupa kıtasında askeri harcamalar büyük artış gösterdi. New York Times gazetesinde kısa süre önce yayımlanan bir makalenin, tek bir cümlesine gizlenmiş önemli bir bilgi vardı. ABD istihbaratının değerlendirmesine göre, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, krizi Ukrayna’nın dışına taşırmaya hiçbir zaman niyetli değildi.

Mesele aldatma ve manipülasyona geldi mi, Ortadoğu’da da durum farklı değil. 7 Ekim’den beri bize tek bir anlatı besleniyor: İsrail’in kendini savunma hakkı var, nokta. İsrail’in Filistin topraklarını on yıllardır işgal altında tuttuğu ise görmezden geliniyor.

İsrail, devlet olduğundan beri kendini en zalim yöntemlere başvurarak savunmaktan hiç geri durmadı. Batılı demokrasiler de bu duruma pek bir tepki göstermedi. Şimdiyse İsrail’in Potemkin Köyü de çökmeye başladı. İsrail’in kendini savunma hakkının, orantısız şiddetle intikam hırsını pratik etme yetkisi olduğu anlaşılıyor.

İsrail’in “dünyanın en ahlaklı ordusu” olduğu ve “Ortadoğu’daki tek demokrasi” olarak hepimizin adına terörizm ve İslami aşırıcılıkla mücadele ettiği anlatıları çöküyor, gerçekte yaşananları savaş suçları ve soykırım olduğu anlaşılıyor. Bu suçlamalar dünyanın başlıca yasal kurumlarına ulaşıyor.

ARTAN GÜÇLÜKLER

Potemkin Köyü’nün askeri kolu olarak NATO da rakipleriyle doğrudan çatışmanın “gerekli” ve  hatta “kaçınılmaz” olduğu gerçeğine bizi ikna etmeye çalışıyor – bunu yaparken tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı riskiyle karşı karşıya bırakıyor. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Çin’i Rusya’yı desteklemekle suçladı.

Financial Times’ta geçtiğimiz hafta yayımlanan bir makale, gergin geçen 2018 NATO zirvesinde yaşananlara ışık tutuyordu. Trump, diğer ülkeler askeri harcama yükümlülüklerini yerine getirmezse ABD’yi NATO’dan çıkarma tehditleri savuruyordu. Trump’a karşı çıkma cesaretini gösteren tek ülkenin Lüksemburg olması, Avrupalı NATO liderlerinin omurgasızlığını göstermek adına manidar.

Thatcher ve Reagan devrimlerinin yaşandığı 1980’li yıllardan bu yana geleneksel liberalizm kenara bırakıldı ve neoliberalizm dönemine girildi. Liberallikten uzak bir oligarşi ekonomileri finansallaştırdı, küresel borç tavan yaptı ve toplumu zehirleyen adaletsizlikler arttı. Şimdiyse son aşamaya geldik.

Umarım 40 yıldır süren bireysellik ve bencillik, yerini toplumu destekleyen bir yapıya bırakır ve ne kadar güçlü olurlarsa olsun bireylerin ihtiyaçlarından ziyade, topluluğun ihtiyaçları gözetilir. Umarım finans sektörü yeniden reel ekonominin hizmetinde işlev görür.

İçinde yaşadığımız karmaşık dünyayı yönetecek becerilerin yalnızca oligarşik finans elitleri ve teknoloji CEO’larında olduğuna dair çarpık anlayış, ABD ve AB halkları tarafından itiraza uğruyor ve Küresel Güney tarafından tamamıyla reddediliyor. Batı’nın Potemkin Köyü’nün yöneticileri Çin, Rusya ve benzerlerinden bu yüzden nefret ediyorlar – bu ülkeler, aptallığa dayalı uluslararası düzeni reddediyorlar.

Güç çekişmesi konusuna varmadan dahi, bu en basit düzeyde entelektüel bir tartışmadır. Palantir CEO’su Alex Karp, Gazze’de yaşanan soykırıma karşı düzenlenen eylemlerden bahsederken şunları söyledi: “Entelektüel tartışmayı kaybedersek, Batı’nın ordularını bir daha asla sahaya süremeyeceğiz.” Teknoloji sektöründe başarı elde etmiş bir milyarder, neden orduları sahaya sürmeye ihtiyaç duysun?

1970’li ve 80’li yıllarda entelektüel tartışmayı bu insanlar kazandı. Bunun sonuçları trajik oldu. Umalım ki tekrar kazanmasınlar.

Çeviren: Fatih Kıyman

Kaynak: Middle East Eye