Google Play Store
App Store

BirGün Pazar’a konuşan Esin Şenol "Direnmeyi, bireyleşmeyi, dahası neşeyi ve düş kurmayı bıraktık. Kısa, sığ cümleleri olanların kölesi olmaksa pek acınası" diyor.

Prof. Dr. ve Yazar Esin Şenol: Düzenin gönüllü köleleriyiz

Altay Öktem

2022 yılında pandemiye dair Salgının Seyir Defteri eserini çıkaran Prof. Dr. Esin Şenol bu defa SRC Kitap etiketiyle Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar kitabını yayımladı. Biz de Esin Şenol ile yayımladığı romanı üzerine söyleştik.

Neden bu sıçrama? Hayat ne yaptı size ya da roman karakteriniz Doktor Simin’e? 
Tek özgürlüğümün, varoluşsal olarak kendimi içinde bulduğum koşulları sevmeye çalışmak olduğuna neredeyse emindim. Ve bu anlayış, içinde bulunduğum iklimi sevdirmese bile, beni onunla uyumlandırıyordu. Böylece, şekillendirdiğim konforlu, güvenli ve üretken bir yaşantım vardı.

Ama kalabalık bir ailedeki gri, ağır başlı, kocaman bir şehirdeki, her gün kalabalıklara karıştığım mesleğimdeki yakamı bırakmayan tek başınalık hissi ve adını koyamadığım derin bir özlem sızlanıp, sızlatıp duruyordu. O özlem, zaman zaman savruk, macera dolu özgürlükler, kahve kokusuna karışan deniz esintisi ama en çok hikâyeyi yeniden yazmak arzumdu.

Ne var ki pek düşkün olduğum ailem, büyük emekle başardığım işim, memleketin bu tekinsiz günlerinde iyice ezaya dönüşen kadınlık, savruk olmama müsait değildi. Bir yandan da hekimlik, yaşamı kavrayışımı derinleştiren, cinsiyet ezamı hafifleten bir meslek. Mesleğin kendisi de zaten pek çok macerayı önünüze açıyor. İnsan bedeni muğlak. İnsanın hastalık hali, ölümün kıyısındaki pişmanlıkları ya da öfkelerine tanıklık, pek çok farklı öykü barındırıyor.

İdare edip gidiyordum yani... Ne zaman ki pandemi kocaman, uğursuz bir silgi gibi, uygarlık diye bir yüzyıl boyunca edindiğimiz her şeyi sildi geçti, o vakit acınası kırılganlığımız ve aslında nasıl hikâyesiz olduğumuz gerçeğinin üzerindeki perdeyi de kaldırdı. Sahnede yalnızca ölüm vardı. Bireylerin ve hatta tekil ölümün anlamını yitirdiğimiz kocaman bir kalabalık ve onun uğultusu başımı döndürüyordu adeta.

Çılgın bir partiden sonra denize düşmüş bir dolu sarhoşa yedek can simidi atan ayık kalmış tek kişi gibiydim. Bu fırtınadan kıyıya vurursam, aklımla takas ettiğim düş gücümle ve yazmak özlemimle buluşmaya kararlıydım.

Kierkegaard; yoğun özgürlük anlarında alınan kararlara “kader sıçraması” der. Öyle bir şeydi benimki de. O labirentin tam ortasında kendimi önce zihnimden, düş gücümle takas ettiğim saf akıldan ve kalabalıkların ölümcül uğultusundan özgürleştirdim.

Bana sorarsanız bizim zaten bir hikâyemiz yok. Bu da yaşanılanları hikâye etmeyi zorunlu kılıyor.

Ezcümle, pandemi ne denli kısıtlı ve yalnız olduğumuzu kafama vurunca, özgürleştim ve özlemlerime yelken açmaya karar verdim. Başlangıç olarak da, hepimizin pek çok kadının alter egosu olabilecek Simin’le buluşmaya ve uzlaşmaya karar verdim.
Küçük bir teknedeyiz ikimiz de. Ben dümendeyim. Gün ışığında kamaşan gözlerimizi kapatıp gecenin karanlığında, ay ışığıyla ve düşlerimizle buluşuyoruz, kabuklarımızı kırıyor, yaralarımızı açıyoruz. Kitapla ilişkili en sevdiğim yorumlardan biri, değerli yazar Çetin Balanuye’den: “Kadını, ona hiç saklanma şansı vermeyen bir kalabalıkta romanlaştırmış, temkinli bir soyunuşun hikâyesi.”

Romanda, kadınların hayatla, daha doğrusu erkeklerle düşe kalka verdikleri mücadele ön planda. Sadece erkeklere karşı değil; aynı zamanda onları ayakta tutabilmek için de verilen bir mücadele bu. Gençken belki farkına varamıyor kadınlar ama orta yaşa gelince, geriye dönüp baktıklarında bir sürü enkazla karşılaşıyorlar. En çok da kendi enkazlarıyla. Peki, ay ışığıyla yıkanmak arındırır mı sahiden tüm bunlardan yoksa sadece bir teselli midir?
En büyük karanlığımız, perdemiz, duvarımız “gölgemiz”. Yani arzularımız, özlemlerimiz ve olmak istemediğimiz, bize olmamamızın belletildiği ne varsa o...

Özellikle kadınlığın eza olduğu bu coğrafyada kadınlar sürekli tenlerini acıtan o mutsuzlukla uzlaşıp, o mutsuzluktan bir konfor zonu yaratarak, uyurgezer gibi, kendileri birer gölgeye dönüşerek yaşıyor. Zekâlarını, üretkenliklerini başkasının insafına bıraktıkları bir konfor ile takas ediyorlar. Ve haklısın... eninde sonunda kendi enkazlarıyla karşılaşıyorlar
Kitaptan bir cümleyle, “Yakın ilişkilerin koyu gölgesiyle yalnızlığın çöl güneşi arasında bir yolculuk bu” cümlesiyle devam etmek istiyorum. Yaralanmanın bir başarısızlık gibi dayatıldığı kuru bir kalabalıkta, bireyleşme yolculuğuna hiç başlamamış olanların birlikte yol alma çabaları da hüsranla sonuçlanıyor. Kalabalıkları memnun eden ama bireyi tüketen birliktelikler bunlar.

Erkek bireyleşme yolculuğunun farkında bile olamayacak kadar sekter ve vahşi bir kalabalıkta zaten. Ve hoyrat ve duyarsız ve küçümseyici...

Orta yaş, Jung’a atıfla, bir kullanma kılavuzu olmadan yola devam edemeyeceğimiz bir kimlik krizini de sürükleyerek beraberinde getirdiğimiz bir evre. İnsan yaşamındaki en önemli üç evreden ikisi olan doğum ve düğün sahnesi çoktan kapanmış, üçüncü sahne olan ölüm dışında bir sahnemiz de yok.

Kendimizle gölgemiz arasında derin uçurumu başarılar ya da konfor değil, yalnızca en ezelî, en ebedî, en umarsız arayışımız olan aşk kapatabilir. Çünkü aşk bir büyü. Ama bireyleşmemiş iki kişi için yalnızca hüsran da değil, trajedilere gebe. Yana döne arayıp bulamayışımız, bulup tutunamayışımız ise en büyük hüsranımız.

Ay ışığı metaforuna gelince, bana göre gecenin, karanlığın çaresi gün ışığı ya da aydınlık değil, geceyi aydınlatmaktır. Ve ay ışığı, insanının ruhunu hüzne “bandırmasının” en güzel fonudur. Evet, teselli değilse de bir teselliye benzer. Hüzünden korkmamayı, yaralarımızı fark edip açmayı öğretir bize.

Romanınızdaki karakterler hayatın döngüsü içinde sıkışıp kalmış ancak biri, Dr. Simin bu döngüyü kırıyor, kırmaya çalışıyor. Hepsinden daha özgür hatta biraz çılgın bir karakter. Ama o da çıkışsız kalıyor. Mutluluğu pek yakalayamıyor. Başka bir formül var mı bu kısırdöngüden kurtulmak için yoksa mecburi bir trajedi mi bu?
Dr. Simin’in öyküsü henüz başlıyor. Şimdi henüz kendini doğurma yolculuğunu yaptı. Henüz “düğün” girmedi sahneye. Ama varılacak menzil de mutluluk değil zaten.

Önce kabuk gibi yapıştığımız güvenli mutsuzluğumuz kırmalıyız. Asla bir formül yok ve zaten öyle bir formül elimize verilmiş olsa yalnızca mutsuzluğumuzu ebedileştirirdi.
Bir bilgeden alıntı: “bilen söylemez, söyleyen de bilmez.” Hayat öyle söylenildiği gibi kimseyi sonsuz olasılıkla filan donatmıyor ya da hiçbirimiz o düşsel geleceği yaratma gücüne sahip değiliz. Hükmümüz, yalnızca düşlerimize ve istencimize yeter. Tek borcumuz kendimizi gerçekleştirmek ki bu da bata çıka yapılan ama bana göre keyifli bir yolculuk.
Belki de tek formül, yine kitaptaki şu cümlede: “Her şey, herkes geçici ve bu o kadar teskin edici ki.” Evet, ancak sakin kalarak, geçiciliğe sığınarak, yolda olmayı sürdürerek kurtulacağımız onmaz bir trajedimiz var bizim.

Başka bir söyleşide, Dr. Simin için hüsranını aşkla gidermeye uman tüm kadınların alter egosu diyorsunuz. Aslında, romanın sis perdesi ardındaki ana karakterlerinden biri de edebiyatçı. Bana kalırsa, Simin’in yanlış limanı bu kişi. Hüsranı aşkla gidermeye çalışmak hata mı yoksa hata olan yanlış aşka demir atmak mı? 

Belki de hep yakamıza yapışan o tuhaf telaştan ya da zihnimize saldırıp duran safsatalar nedeniyle aşkı yanlış anlıyoruz. O nedenle de yanlış yerde arıyoruz. Mum ışıklarında yenilen bir akşam yemeği sonrası birbiri için vazgeçilmez oluveren güzel bir kadın veya yakışıklı bir adamla yakalanabilecek ne bir büyü ne de bir aşk vardır. Üstelik orada yalnızca afili bir hüsran, aşkı gölgeleyen bir perde vardır.

İdeal aşk diye bir tanım yok, aslında aşk diye bir tanım da yok. Ben de tarif edemem zaten. Aşkı bulan ve yaşayan bilir, romanlar ve şiirler bazen de filmler anlatır.

Ben de buldum, yaşadım, evcilleştirdim ve aşkın benim için işlevi bitti, çünkü ben aşkla ödeştim bir bakıma.

Aşk imkânsız olan o ezelî umudumuzun çilekeş yoldaşı. O bakımdan, bence edebiyatçı bir liman olarak yanlış ama Simin’inki takıntı değil, gerçek aşk. Huysuzluk, huzursuzluk ve öfkesi bundan. Çünkü aşkın, yaralanmanın ne olduğunu çok iyi bildiği için ikisinden de kendini koruyan kalın bir kabuğu olan ve üstelik çok yanıltıcı bu adamla evcil, sonu sevgi evinde bitecek bir aşk yaşanmaz. Simin de benim gibi koç burcu olmalı ki kafasını önce kendi duvarlarına sonra da adamın kalın ruhuyla teni arasındaki kalın zırhına çarpıyor.

Keşke bu roman filme çekilse. Ben en çok Dr. Simin’i kimin oynayacağını merak ederdim, bir de edebiyatçıyı. Aslında ikisi de tanıdık geliyor bana. Benzer karakterlerle çok sık karşılaşmışımdır muhakkak. Niye peki? Yoksa biz yanlış bir hayatı yanlış mı yaşıyoruz sahiden? 

Kitabımı ilk emanet ettiğim kişi olan, sıklıkla da bana esin perisi yollayan meslektaşım Çağrı ile kitabı konuşurken o oyuncu kadrosunu da sıralayıverdi. Ben de benimsedim. Sorduğun için bu iki karakteri; Selma Ergeç ve Menderes Samancılar oynasa ne güzel olurdu dedik.

Diğer soruya gelince, kapitalizmin dişlilerinin gönüllü köleleriyiz. Direnmeyi, bireyleşmeyi, dahası neşeyi ve düş kurmayı bıraktık. Kısa, sığ cümleleri olanların kölesi olmaksa pek acınası. Yaşamak, bayağı emek vermeyi, değişimi kabullenmeyi, ölümlülüğümüze sığınmayı gerektiriyor. Doğru yaşamak için hiçbir gereçleri olmayanlar hayatı yanlış yaşar elbette.