Google Play Store
App Store

1 Mayıs, emeğin, adaletin ve özgürlüğün bayrağıdır; zincirleri kırmaktır. Alın terini hakça bir düzene dönüştürme çabasıdır. Ne bir günle sınırlıdır ne de sadece bugünün meselesidir. 1 Mayıs, Prometheus’tan beri süregelen bir hikâyedir: Ateşi tanrılardan çalıp insanlığa armağan etme cesareti. Ama Prometheus gibi, hak isteyen her yurttaş, adalet arayan her insan, haysiyetle yaşamak isteyen her genç cezalandırılıyor.

Bu topraklarda 1 Mayıs, onurlu bir yaşam için direnmenin günüdür. Her hak arayışı, Prometheus’un ateşini geleceğe taşımaktır. Ama ışığa yaklaşanlar, karanlığın sahiplerince engelleniyor.

1886, Şikago. Dünya işçi sınıfının belleğine kazınan en sarsıcı tarih: Haymarket. Sekiz saatlik iş günü talebiyle başlayan grevler, Haymarket Meydanı’ndaki eylemle doruğa ulaştı. Kalabalığın ortasına atılan bir bomba sonucu 7 polis hayatını kaybetti. Olayın faturasının kime kesileceği belliydi: 8 anarşist işçi önderi. Medya eliyle yürütülen gösteri yargılamalarıyla 5’i idama mahkûm edildi. O işçilerden biri, infazdan bir gece önce hücresinde canına kıydı. Kalan üçü, ancak 7 yıl sonra suçsuzlukları kabul edilerek serbest bırakıldı.

600 bin kişi cenazelerinde yürüdü. Bu rakam, yalnızca matematiksel bir veri değil; adaletin infaz edildiği yerde halkın vicdanının nasıl ayaklandığının delilidir. Bugün Haymarket İşçi Anıtı’nın yanı başında, o sansasyonel davaya ait belgeler, sendikalar tarafından zaman kapsülüne saklanmış halde duruyor. Çünkü unutmak ihanettir, hatırlamak ise direnmek.

Bu yüzden 1 Mayıs, sadece kutlama değil, yas ve mücadele günüdür. İşçi sınıfı bu günü dünyada sahiplendi. Çünkü burjuvazinin hafızası kârla, bizimki kayıpla, mücadeleyle, umutla işler. Onların duvarında hisse senetleri, bizimkinde vurulmuş madenciler, düşen pankartlar, dağıtılmış grev çadırları asılıdır.

Bu mücadele, Türkiye’de de kanla yazılmıştır. 1977, Taksim. Yüzbinlerce insan omuz omuza. Gökyüzünden inen mermiler. Kimdi sıkan? Güya hala bilmiyoruz. Resmi verilere göre 34 can. Hiçbiri silahlı değildi. Tek istekleri: Emeğe saygı, insanca yaşam, birlik.

Ben 1978 doğumluyum. O kanlı meydandan bir yıl sonra doğdum. Doğduğum ülke, meydanını işçisine yasaklayan, ölümlerden hesap sormayan bir ülkeydi. Bugün de sorular cevapsız. Meydanlar barikatlarla çevrili, pankart açanlar yerlerde sürükleniyor, adalet arayanlar gözaltında.

Bu günde, 1977’nin ve bugünün hesabı var. Adalet, bir duvara tosladı ve bu duvar, vicdan felciyle örülmüş. Cezaevlerinin soğuk duvarları ardında, ressamın fırçası, şairin kalemi, öğrencinin defteri, avukatın cübbesi, cumhurbaşkanı adaylarının mücadeleleri yatıyor. En genç aktivistlerden en yaşlı mücadelecilere, sanatçılardan akademisyenlere, bu insanlar düşünceleri, sözleri, yazıları nedeniyle hapsediliyor. Bir sosyal medya paylaşımı, bir şarkı sözü, bir basın açıklaması yıllarca hapis sebebi. Terörle mücadele kisvesi altında, barışçıl protestolar suç sayılıyor. Bu, sadece bireylerin özgürlüğünü değil, toplumun vicdanını da zincirliyor. Uluslararası insan hakları örgütleri bu adaletsizlikleri kınıyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları uygulanmıyor. Ama bu baskı, korkuyu bir silah gibi kullanıyor; gazeteciler susturuluyor, yurttaşlar konuşmaktan çekiniyor. Yine de korku, yalnızca bir süre tutsak edebilir. Tarih, birleşen halkların korkuyu yendiğini defalarca gösterdi.

Ekonomik kriz, bu karanlığı daha da koyulaştırıyor. Enflasyon %40’lara dayanmış, ekmek masadan eksiliyor, yoksulluk aileleri boğuyor. Türk İstatistik Kurumu’nun soğuk rakamları, bir annenin çocuğunun önüne yemek koyamamasının acısını anlatamaz. İşçiler, asgari ücretle geçinmeye çalışırken, işsizler geleceksiz bir bekleyişte. Hükümetin ekonomi politikaları, eşitsizliği derinleştiriyor; zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oluyor.

Kadınlar, bu çöldeki en ağır yükü taşıyor. 2024’te 394 kadın femisidle, yani cinsiyetleri nedeniyle öldürüldü; her biri bir anne, bir kız kardeş, bir hayaldi. Femisid, bir kelime değil, bir çığlık; her gün bir kadının daha sessizliğe gömülmesi. Bu, evde, sokakta, iş yerinde karşılaşılan sistematik şiddetin en acı yüzü. Hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadınları korumaktan vazgeçmek demekti. 2025’i “Aile Yılı” ilan etmek, eşitlik taleplerine bir tokat gibi. Ama kadınlar susmuyor. Sokaklarda, mor bayraklarla, “Kadın, yaşam, özgürlük” diye haykırıyorlar, şiddete ve baskıya karşı direniyorlar. Onların çığlığı, adaletin tohumlarını ekiyor.

Bu mücadelede, Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı bize yol gösteriyor. Egemenlik, yalnızca zorbalıkla değil, kültürle, fikirle, ahlakla kurulur. Kültürel hegemonya, bir sınıfın kendi dünya görüşünü topluma ‘doğal’ diye yutturmasıdır. Ama bu karanlığa karşı bir ışık var: Konum savaşı. Bu, entelektüel ve kültürel bir mücadele; ezilenlerin kendi sesini, kendi kültürünü yaratma çabası. Sanatçılar, Gramsci’nin ‘organik entelektüeller’idir; şarkılarla, şiirlerle, tuvallerle susturulmuşların haykırışını yükseltir. Bir sanatçı olarak inanıyorum: Sanat, karanlıkta bir fener, umutsuzlukta bir nefes, direnişte bir yumruktur. Bugün sanatçılar susarsa, onlar zafer kazanır.

1 Mayıs, sadece bir anma değil, bir eylem günüdür. İşçilerin, yoksulların, ezilenlerin birleştiği, adalet için haykırdığı bir gün. Türkiye’de, toplanma hakkı engellense de, coplar kalksa da, 1 Mayıs bir sınavdır. Sokakları geri alma, sesimizi yükseltme, direnişin hâlâ canlı olduğunu gösterme zamanıdır.

1978 doğumlu bir yurttaş olarak, geçmişe borçlu, geleceğe sorumluyum. Ne demişti 1948 yılında yazdığı şiirinde Nazım Hikmet:

“İşte Böyle Laz İsmail

İlerleyen aydınlığın içindeyim
Ellerim iştahlı, dünya güzel.
Gözlerim doyamıyor ağaçlara
Ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından
Mapushane revirinde penceredeyim.
Duymuyorum ilaçların kokusunu,
Bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle Laz İsmail,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!”

Öyleyse, teslim olmayalım. Özgürlük, emek, adalet ve barış için mücadele edelim. Birleşelim, haykıralım: Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın isyan!