Erzurum’da muhalefet mitingine karşı tertiplenen saldırı, yaklaşan seçimin pek çok ihtimale gebe olduğunu “herkese” bir kere daha hatırlattı. Haftalardır tüm muhaliflere “terör” yaftasını iliştiren iktidarın böylesi provokasyonlara başvuracağı elbette ki bekleniyordu, fakat Erzurum’daki “tertibin” amaçladıklarının tam aksi bir etki yaratması onları da düşündürmüş olmalı.

Evvela yaşananların tamamen iktidar tertibi olduğu aşikâr, bunu tartışmaya bile mahal yok. Günler öncesinden faşistlerin astıkları pankartlar, İmamoğlu’na vali tarafından yapılan “tepki var, mitingi iptal edin” çağrısı, konuşmanın yapılacağı meydana AKP’li belediyenin otobüslerinin yığılması… Peşi sıra polisin ısrarla müdahale etmediği bir grubun çoluklu çocuklu bir şekilde konuşmayı dinlemeye gelmiş barışçıl insanların üzerine taş yağdırması… Ama en önemlisi, yaşananların o sırada İstanbul mitinginde Erdoğan’ın izlettiği montajlı videoyla ve sarf ettiği şu sözlerle ahengi:

“Bir önceki gün Erzurum’daydım. Dadaşlar, bizim otobüsün adeta önünü kestiler, yürütmüyorlar. Fakat alana bir geldik, orada da 130 bin kişi. Dadaş bu dadaş! O yürü demezse yürüyemezsin!”

İşte tertibin boyutunun en yüksek makama kadar uzandığı da ortada! Nitekim iktidar mümessillerinin ilk yapmaya çalıştıkları şey de “orası Erzurum” ya da “dadaşlar böyledir” diyerekten çirkin tertiplerini “sıradan kıtaların” kendiliğinden bir reaksiyonu imiş gibi göstermeye çalışmak oldu. Önce “İmamoğlu’nun ‘teröristliğine’ halkımız tepki veriyor” kisvesinde savunmaya yeltendikleri provokasyonun yarattığı infial çok fazla tepki çekince bu sefer birden çark ederek evvelden de karşılaştığımız “kendileri yapmışlardır” abukluğuna döndüler. Onlara göre Erdoğan’ın İstanbul mitinginin şaşasına gölge düşürmek isteyen birileri vardı. Gelgelelim hiçbir ispat üretemediklerinden bir türlü muhalefete yükleyemedikleri suçun azmettiricisin en sonunda “FETÖ” olduğunda karar kılındığı dünkü Yeni Şafak manşetiyle ilan edildi. Yani yarattıkları infiali halk nezdinde meşrulaştıramadıklarından “davulu biz çaldık, parsayı muhalefet toplamasın” diye başka bir kılıf aradılar. Sonunda provokatörlerden “seçmece” on beşi gözaltına alındı, aynı senaryoyu Konya’da kurgulama propagandası yapan AKP’li Kızılay yöneticileri görevlerinden alındı ve MSB tarafından Erzurum’daki provokasyona katılan bir uzman çavuşun da görevden alındığı duyuruldu.

***

Buradan herkes için çıkarılması gereken belli başlı hisseler var:

Birincisi, aparatların vaatleriyle böylesi cürümlere kalkışan “maşaları” da coşkusal vebaya kapılıp kirli ideolojilere kanan “safdilleri” de ilgilendiren şey; kimsenin hudutsuz bir infiali deruhte etmek istemeyeceği… Linç rejiminin iktidar tarafından bilfiil teşvik edildiği ülkemizde hep böyle oldu. Bu tarzı saldırıların bilfiil icracısı, hatta örgütleyicisi olan isimler iş ciddiye bindiğinde hep “bizimle ilgilisi yok” naraları atarak kendilerini arakladılar. Genellikle muhafazakâr dokusuyla ünlü şehirlere “dışarıdan gelenlerin” bu cürümlerin faili olduğu söylenerek suç “seçmece” birkaç kişiye atıldı. Bu nedenle önümüzdeki süreçte bu çeşit iktidar tertiplerine “alet” olmaya “heveslenenler” olacaksa illa ki sahiplenilmeyeceklerini görmüş olmalılar. Zira linç rejiminin mantığı da budur: egemenlerin gayrı meşru işlerini “sıradan” görünümlü kıtalara yaptırarak kendi meşruiyetlerine zeval vermeksizin amaçlarına ulaşmalarıdır.

İkincisi, apolitik bir sığada durarak kendilerini koruyabileceklerini sananları ilgilendiren şey; bu cürümlere “sessiz kaldıklarında” ortaya çıkan dehşetten azade olamayacaklar… Karşımızdaki “parti devleti” kimseye “nötr” bir alan tanımaksızın kendisinden olmayan herkese karşı topyekun taarruz halinde. Kutuplaştırmayı had safhasına yükseltti ve “olumsal” bir pozisyonu asla tanımıyor! Susmaktan suskunluğa uzanan o aciz hatta duranlar da güvende değil ve görüldü ki çoğunluk halinde “ses” yükseltilmesi bu tarzı cürümlerin artışını engellemek için elzem.

***

Üçüncüsü ise toplumsal muhalefeti ilgilendiriyor; bilhassa solun örgütlenerek ve örgütleyici olarak kazandığı irtifayı muhafaza etmesi, umumi bir meşruiyeti esas alarak “direnişte” kararlılık göstermesi fevkalade önem arz ediyor. Çünkü egemen “söylemin” şahısların “söylevlerini” de aşan yapısal yörüngesi, seçimi muhalefet kazansa bile bu saldırıların “enformel” olarak sürdürüleceğini, Erdoğan kazanırsa da “formel” olarak yoğunlaşacağını ortaya koyuyor. (Ki bu ikinci ihtimal seçime bel bağlayan milyonlarca muhalifi “evsiz barksız” hissettirerek dağıtma politikasını içerecektir.) Bilhassa sosyalistler buraya dikkat vererek, seçim kampanyalarını dahi örgütlenme çalışması olarak sürdürüyor bu nedenle. Her iki durumda da seçimin olumlu ya da olumsuz anlamıyla hiçbir şeyin “sonu” olmadığını bilmenin, yaklaşacağı kesin olan saldırılardan korunmak ve halkı koruyabilmek için örgütlenmenin, dayanışma ve direniş ağlarını genişleterek güçlendirmenin önemi ortada.