Böylesine büyük bir felaket sonrasında yapılması gereken psikososyal desteğin birincil ayağı, kişilerin zedelenen güvenlik algısını onarmaya çalışmak ve hayati ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmaktır.

Psikososyal destek ancak dayanışma ağlarıyla mümkün!
Fotoğraf: DepoPhotos

Hande Gazey* - Sevi Gizem Zeybek**
* Psikiyatrist, **Klinik Psikolog

Kitlesel bir travmanın ardından psikososyal destek sağlamak, koruyucu toplum ruh sağlığı hizmetidir, kamu eliyle uygulanması gereken bir hizmettir ve tüm kamusal hizmetler gibi bir bütünün ve planlamanın parçası olmalıdır. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, 15 Şubat’ta, yani depremin 9. gününde, psikososyal destek hizmetlerine dair sosyal medya hesabından “Depremden etkilenen illerimizde şu âna kadar 2.403 personelimizle 332.049 vatandaşımıza, deprem bölgesi dışındaki illerimizde ise 2.652 personelimizle 90.752 vatandaşımıza psikososyal destek hizmeti sağladık” açıklaması yaptı. Depremin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen bakanın sayılarla ifade ettiği “psikososyal destek” açıklamasının ötesinde ayakları yere basan, bütüncül, kamusal bir psikososyal destek hizmetinin halka sunulamamış olduğunu görmekteyiz.


Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle 1999 depremi sonrasında yürütülen psikososyal destek ruh sağlığı alanında faaliyet gösteren meslek örgütlerini kitlesel travmalara müdahale kapsamında deneyimli ve hazırlıklı bir hale getirdi. Ancak, ruh sağlığı alanında çalışan dernekler hariç, ne yazık ki geçmiş travmalarımızdan çıkardığımız deneyimler ile güncel ihtiyacı karşılamayı öncelikleyen bir kurumsal bellek ülkemizde yoktu. Bu bellek yokluğu, ihmal ve rantçı politikaların tercihli bir sonucu. Dolayısıyla deprem, bir doğal afetin ötesine geçip insan eliyle yaratılmış bir travma, bir felaket haline geliyor. Deprem sonrasındaki –ve hâlâ sürmekte olan– eksik, yanlış ve yetersiz müdahaleleri, kişilerin çaresiz bırakıldıkları süreleri, en temel ihtiyaçlara erişememenin yarattığı hasarı düşündüğümüzde deprem kadar hasar yaratan travmatik karşılaşmaların devamlılığını görüyoruz. Oysa böylesine büyük bir felaket sonrasında yapılması gereken psikososyal desteğin birincil ayağı, kişilerin zedelenen güvenlik algısını onarmaya çalışmak ve hayati ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmaktır. Bu ihtiyaçların başında barınma, beslenme, fiziksel sağlık ve hijyen gelir. Bu noktada sadece bakanın açıklama yaptığı 9. günde değil; bugün depremin üzerinden bir aydan fazla süre geçmişken hâlâ güvenli barınma ve hijyen koşullarının sağlanmadığı, enkazların kaldırılmasından depolanmasına, güvenli içme ve kullanma suyuna erişime kadar pek çok aşamada halk sağlığını tehdit eden uygulamaların sürdüğü, köylülerin ürünü tarlada dururken tarım arazilerine beton döküldüğü ve daha enkazlar kalkmamışken yeni yapılar için ihalelerin açıldığı koşullarda güvenin tesisinden de yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasından da söz etmek mümkün değildir.

***

Devletin bu denli ihmaline ve yanlış politikalarına yalnızca deprem bölgesindeki yurttaşlar değil, tüm ülke olarak tanık oluyoruz ve bu ruh hali hepimizi derinden etkiliyor. Bu tahribatın yalnızca şimdiki duygularımıza değil ruh sağlığımız açısından uzun vadeli olası etkilerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu noktada özellikle devlet destekli, kamusal, bütünlüklü bir ruh sağlığı hizmetinin titizlikle örülmesi şarttır.

Travmatik deneyim sonrası insanların yoğun üzüntü, öfke, suçluluk, unutkanlık, uykusuzluk, iştahsızlık, olayı sürekli tekrar yaşamak ya da olayla ilgili detaylardan kaçınmak gibi belirtiler göstermesi beklenebilir. Bu gibi belirtiler olağandışı bir yaşantıya verilebilecek olağan tepkilerdir aslında. Ancak uzun vadede biz bu belirtilerin giderek azalmasını bekleriz. Nitekim ruh sağlığı çalışanlarının alana gittiğinde ilk yapacakları bu tepkileri azaltmak değil; insanların sosyal desteğe ulaşmalarını sağlamak, yalnız olmadıklarını hissettirmek, sürekliliğin ve sistemin oluşumunda koordinasyonun içerisinde olmalarını sağlamaktır. Bunun için ise sosyal desteğin işlediği bir sistemin kamu tarafından sağlanıp organize edilmesi şarttır. Karşı karşıya olduğumuz travma sarmalını yaratan tam da bu sürecin yeterli ve koordineli bir şekilde ortaya konulamamasıdır.

Kamunun görevi bununla da sınırlı değildir; psikososyal desteğin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için adaletin sağlanması, sorumluların hesap vermesi, kayıp yaşayanların haklı öfkelerinin yerini bulması önemlidir. Geleceğe bakabilmek ve umut edebilmek için gelecekteki olası afetlere karşı bilimsel, meslek örgütleri başta olmak üzere toplumsal dinamiklerin katılımını içeren bir eylem planı yürütülmesi şarttır. Bununla birlikte iktidarın ilk elden “kader planı” tanımlamasıyla andığı felaketin ardından YÖK tarafından “destek olmak için yapılan planlamada değerlendirilmek üzere manevi rehberlik ve psikolojik danışmanlık” yapabilecek gönüllü öğretim bilgilerinin talep edildiği görülmüştür. Yıkımın “din veya maneviyatla ilgili yardımcı profesyonel meslek mensubu” dahilindeki manevi rehberlik alanında değerlendirmek afetin neden olduğu bedensel, ruhsal ve sosyal yıkımı, bölgedeki acil ruh sağlığı hizmeti ihtiyacını görmezden gelmenin ötesinde travmada “iyileşme”nin en önemli adımlarından biri olan adalet duygusu için mücadele yerine tevekküle davet eden iyileşmeyi ketleyici bir müdahale anlamı taşımaktadır. Ayrıca İstanbul başta olmak üzere gelecekteki olası afetlere dönük, toplumsal, kültürel, ekonomik ve bilimsel boyutları değerlendirmekten, planlama, bilgilendirme ve katılımdan uzak süreçlerle yaratılan güvensizlik ortamı da tüm toplumun kaygılarını besleyen bir tablo sunmaktadır.

Devlet nezdinde yürütülen tüm bu eksik ve yanlış uygulamalar toplumsal yaralarımızı pekiştirmenin ötesinde hiçbir işlev taşımamaktayken şu an deprem bölgesinde ve diğer illerde örgütlenen dayanışma faaliyetleri halka bir az olsun nefes alacak bir alan açmakta ve olması gereken psikososyal müdahaleyi de gözler önüne sermekte. Psikososyal destek, depremden etkilenenlere “götürülen” bir hizmet olarak değil, aksine depremden etkilenenlerin parçası olabilecekleri bir “dayanışma faaliyeti” olarak ele alınmalıdır. Odak noktası kişilerin öz gücünü arttırmak olmalıdır. Yaraları sarabilmek için yaşanılan olaya derinlemesine bakmak gerekmektedir. Haklı öfkenin yerini bulması için bu enkazın tüm sorumlularından hesap sorulması noktasında verilecek adalet mücadelesi de bundan sonraki olası felaketlere dönük yapılması gerekenlere ilişkin bir bellek ve kültür yaratılmasını hedefleyen toplumsal örgütlenmeler de psikososyal desteğin esas parçaları olmalıdır.

***

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise depremin herkesi benzer şekilde etkilememiş olmasıdır. Evet, bu afet hepimizi derinden sarstı, ancak her birey bu afeti kendi dünyasında, kendine özgü duygularla deneyimledi. Bu sebeple insanların duygu ve deneyimlerinin biricikliğini asla unutmamamız gerekir. Diğer bir taraftan bazı kişilerin psikolojik olarak daha derinden etkilenmiş olabilme ihtimallerini gözetmek ve olası risk faktörlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Ülkemizde azınlık olmak ne yazık ki hayatı zorlaştıran ve psikolojik olarak bizi olası risklere açık hale getirebilen bir durum. Bu nedenle bölgedeki göçmenlerin, LGBTİ gruplarının, kadınların, çocukların, kronik hastalıkları olanların deneyimlerinin yakından takip edilmesi ve bu gruplara karşı oluşabilecek dışlayıcı söylemlerin, ihmal ve istismarın da önüne geçilmesi oldukça önem arz etmektedir.

Unutmamalıyız ki aydınlık yarınlar ancak toplumsal dayanışmanın büyümesi ile mümkündür. Yaşadığımız bu afetin üstesinden ancak ve ancak birbirimizin yaralarına merhem olacak dayanışma imkânları yaratarak, yaşadığımız afetin hesabını sorumlularından sorarak ve daha güvenli bir geleceği kendi ellerimizle inşa ederek gelebiliriz.