Film bir anlamda ulusötesi bir göçmen olarak Murat Kurnaz’ın “hem orada hem burada” yaşamının bu olayla birlikte “ne orada ne burada”ya dönüşünün hikâyesi aynı zamanda.

Rabiye Kurnaz George W. Bush ırkçılık ve ayrımcılığa karşı

Emine Uçar İlbuğa

Aynı anda hem köklü hem de köksüz olmak (Trinh T. Minh-ha).

Bir daha eve gidemezsiniz. Neden? Çünkü zaten evdesiniz (Marjorie Garber).

Göçün nedeni ne olursa olsun, göç edenlerin hem geride bırakılan ülke ile ilişkileri hem de göç ettikleri toplumda bir kırılma yaşadıkları gerçek. Göçle beraber kişi ya da kişilerin belli bir topluluğu, ortamı terk ederek, yeni bir topluluk ve yeni toplumsal ilişkiler içine girmeleri bu koşullarda çeşitli uyum sorunlarını da beraberinde getiren bir süreç. Türkiye’den Almanya’ya göçün 61. yılı ve 1960-1970’li yıllarda işgücü göçüyle Almanya’ya gelen birinci kuşak göçmenlerin torunları bugün Almanya’da yaşıyor ve onlar aileleri, etnik, kültürel, dinsel yapıları ve sosyal alanlar aracılığı ile köken olarak geldikleri ülke ile bağlarını sürdürürken, öte yandan içinde doğdukları, büyüdükleri, eğitim aldıkları ülkenin birer üyesi olarak çoklu kimlik, çoklu kültürel yapıları ve çoklu duyarlılıklarıyla yaşadıkları toplumda yer alıyorlar. Ne var ki Almanya uzun yıllardır göç toplumu olmasına ve göç alanındaki çalışmalarının yaygınlığına karşın göç politikaları çoğu zaman göçmenlerin toplumsal gruba tek taraflı uyum sağlamaları ve yeni toplumla bütünleşmeleri üzerinden ilerliyor. Oysa ‘uyum’ hem göçmenleri hem de göç edilen toplumu kapsayan iki yönlü bir süreç ve bu gerçeklik göç edilen toplumlarda çoğu zaman göz ardı ediliyor.

1980’li yılların sonları itibarıyla sadece göç veren bir ülke olmanın ötesinde göç alan bir ülke konumuna gelen Türkiye son yıllarda Suriye, Afganistan, Irak, İran, Afrika, Rusya, Ukrayna gibi ülkelerden farklı koşullar ve nedenlerle göç almasına karşın hala göçmenleri merkezine alan göç politikaları yok denecek kadar sınırlı ve göçmenler medyadan gündelik yaşama, ekonomik, kültürel ve eğitsel alandan sosyal alana uzanan yelpazede sürekli ırkçılık ve ayrımcılığın hedefi durumundalar. Göçmenlerin hedef gösterildiği günlük politikalar yerine onların uzun vadeli toplumla bütünleşmelerine olanak sağlayacak politikaların geliştirilmesi toplumun tüm siyasi partilerinin çalışma programlarında yer alması gerekirken, Almanya’da olduğu gibi göçmenlere karşı siyasi partilerin kullandıkları dil onları yaşadıkları toplumla bütünleşmekten ziyade sorun haline getirmenin ötesine gitmemektedir. Yazar Max Frisch’in “biz işçi istedik ama insan geldi” sözü göçün insani boyutuna dikkat çekmesi bakımından önemli. Dünyada yaşanılan siyasi, ekonomik krizler, savaşlar devam ettikçe göç de devam edecektir ki tarih boyunca birçok toplum hem göç veren hem göç alan konumundadır. Bir anlamda insanlık tarihi göçler tarihidir ve göç ve göçmenlerin sorunları da tüm insanlığın sorunudur.

Klasik göç anlayışındaki gibi göçmen gençler içinde yaşadıkları toplumda kültür şoku ya da farklı kültürler arasında gidip gelen yaşamlarıyla birer kimlik bunalımı yaşamıyorlar ancak özellikle seçim dönemlerinde siyasi partiler ve medyanın göçmenleri ötekileştiren sorunlu dilleri göçmenleri sürekli sorun olarak görmeye ve göstermeye devam ediyor. Almanya’da 1970’li yıllarda Der Spiegel Dergisi „Das Boot ist voll“(gemi artık dolu) başlığını atmış ve ülkesinde yerleşik yaşayan göçmenleri bu başlıkla tartışma haline getirmişti. Türkiye’de ise 2023 yılına girerken bazı medya kanalları Taksim de eğlenen göçmen gençleri ve turistleri gösterirken “sessiz istila” başlığını kullanmış ve hiçbir olay olmamasına karşın onların yeni yılda eğlenmeleri ve sokakta görünür olmaları sorun olarak gösterilirken aradan geçen zamana karşın medyanın kullandığı ırkçı söylem değişmiyor ve iletişim aracı olarak medya göçmenleri ötekileştirirken, toplumdan dışlanmalarına katkı sunmaya devam ediyor.

Bugün için Almanya’da göçmen gençlerin önemli bir bölümü Almanya’da doğmuş, büyümüş ve okulöncesi eğitimden meslek eğitimi, lise ve yüksek okula uzanan yelpazede eğitim sürecinde, iş sektöründe, siyasi alanda yer almalarına karşın, neden hala gençler Afganistan, Suriye, Irak’ta yaşanılan savaşlara dahil olmak üzere radikal dinci gruplarla birlikte mücadele etmek adına yolculuğa çıkıyorlar? Bu sorunun yanıtını sadece gençlerde değil toplumun tüm kurumlarının göçmenlere bakışı, tutumu ve göç politikalarında aramak gerekiyor. Almanya iç istihbaratı Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın araştırmasına göre ülkeden Suriye ve Irak’taki radikal İslamcılara katılanların sayısı 400’den fazla ve bu sayının önemli oranı Türk kökenli gençlerden oluşuyor. Radikal gruplarla yapılan araştırmalarda bu grupların genellikle toplumda kabul görmeyen, yer bulamayan gençleri “sen iyisin batı toplumu kötü” anlayışı üzerinden kendilerine çekme yoluna gittikleri belirtiliyor (Elmas Topçu, 12.09.2014, Diken). Dolayısıyla yukarda vurgulanan ötekileştirici politikalar ve dil sorgulanmadan bu sorunu sadece göçmenlerin entegrasyonu ya da kimliklenme süreçleriyle açıklamak tek başına yetersiz olacaktır.

Andreas Dresen’in 2022 yapımı ve bugünlerde Mubi’de gösterimde olan 72. Berlin Film Festivali’nde en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu dallarında ödüller alan Rabiye Kurnaz Gegen George W. Bush (Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı) filmi Türkiye’den Almanya’ya iş gücü göçü tarihi ve Almanya’nın göç politikaları üzerinden değerlendirilmesi gerekiyor. Amerika’nın 11 Eylül olaylarını gerekçe göstererek 2001 yılında Afganistan’ı işgali döneminde 19 yaşındaki Bremenli bir işçi ailenin en büyük oğlu Murat Kurnaz’ın Pakistan’da yakalanarak 3000 Dolara Amerikalı askerlere teslim edilmesi sonucu beş yıl boyunca Guantanamo esir kampında tutulması ve bu dönemde annesi Rabiye Kurnaz’ın (Meltem Kaptan) avukatı Bernhard Docke (Alexander Scheer) ile birlikte oğlunun özgürlüğü için vermiş olduğu mücadele filmin hikâyesini oluşturuyor. Murat Kurnaz’ın Bremen’den başlayan Pakistan ve Guantanamo’ya uzanan yolculuğu üzerinden Almanya’da doğmuş büyümüş, eğitim almış bir gencin suçsuz olduğunun kanıtlanmasına ve Almanya’ya teslim edilmek istenmesine rağmen dönemin Alman hükümeti tarafından teslim alınmaması, Almanya da süresiz oturum izni olmasına karşın Alman vatandaşı olmadığı için Türk göçmen bir ailenin çocuğu olarak 5 yıl toplama kampında hem psikolojik hem fiziksel şiddete maruz kalmasına neden oluyor. Film bir anlamda ulusötesi bir göçmen olarak Murat Kurnaz’ın “hem orada hem burada” yaşamının bu olayla birlikte “ne orada ne burada”ya dönüşünün hikâyesi aynı zamanda. Çünkü Murat Kurnaz’ın radikal dinci gruplarla ilişkisinin bulunmamasına rağmen hem Türkiye’den giden sorgulama ekibi hem Almanya’nın o dönemki hükümeti Murat Kurnaz’a sahip çıkmamış ve Murat Kurnaz annesi ve avukatının ısrarlı mücadelesi ve Angela Merkel’in başkanlığı döneminde soruna sahip çıkmasıyla Guantanamo’dan Bremen’e dönebilmiştir. Murat Kurnaz’ın esir toplama kampında yaşadıklarını anlattığı Hayatımın Beş Yılı adlı kitabını okuyan ve bu süreçte “Bremenli Taliban” olarak hem Alman hem Türkiye basınında geniş yer bulan Murat Kurnaz’la ilgili haberlerden yola çıkarak filmin senaryosunu oluşturan Andreas Dresen filmin merkezine Murat’ın yaşadığı işkenceleri alarak hikâyeyi trajik bir dille anlatmak yerine Rabiye Kurnaz ve Avukat Bernhard Docke’nin mücadelelerini güldürü motifi üzerinden işlemeyi tercih etmiş. Çünkü Dresen için uzun yıllar medyanın gündeminde olan Murat’ın hikâyesi kadar bu süreçte intiharı bile düşünen ve oğlu için kaygılanan, mücadele eden annenin yaşadıkları da önemliydi. Böylece Guantanamo’daki akıl almaz işkence sahnelerinden ziyade bir göç toplumunda yetersiz Almancası ile hem oğlunun gittiği caminin imamı hem Amerikan yasaları, hem Türk ve Alman hükümetlerinden karşılık bulmayan yardım çığlıkları hem de Almanya da göçmen bir gencin yaşamının kırılma anları anne Rabiye’nın (Meltem Kaptan) bakış açısıyla filmin merkezine yerleştiriliyor.

Dresen her ne kadar filmde Murat Kurnaz ve annesinin mücadelesini işlese de aslında bir toplumun ayrımcılık ve ırkçılık üzerinden ilerleyen politikasını da eleştiriyor ve Guantanamo’daki tutuklu kişi Murat Kurnaz değil de bir Alman vatandaşı olsaydı bu süreç nasıl işlerdi sorusunu soruyor. Berlin’de Yaz (2005), Dokuzuncu Bulut (2008), Yarı Yolda (2011), Gunderman (2018) gibi filmleri ile tanıdığımız Doğu Alman kökenli yönetmen Andreas Dresen Rabiye Kurnaz’ı merkezine aldığı filmde Murat’ın hikâyesi üzerinden göçmen gençlerin sorun yaşadıklarında nasıl yalnız bırakıldıklarını, yersiz yurtsuzlaştırılmalarını objektif ve eleştirel bir dille ortaya koyuyor.