Depremin toplumda açtığı yaraların tedavisi iktidarın her hamlesiyle daha da güçleşiyor. Hafta sonu öğrendiğimiz Kızılay skandalı gibi gerçekler ise tedaviyi güçleştirmenin de ötesinde yarayı derinleştiriyor. Hâlâ daha yaşamaya elverişli bir geçici barınma ortamı sağlanamamış olan depremzedelerin yaşam koşulları ve hatta hayatta kalma ihtimalleri dahi, devletin şirket gibi yönetilmesi gereği pazarlık unsuruna dönüşüyor. Yaşamı çadırların maliyetinden daha değersiz addeden bu anlayışın topluma bir gelecek sunması mümkün değil. Zaten bugüne kadar sunabildikleri de güvencesiz ve güvenliksiz bir çalışma ortamı, dirençsiz kentler ve maliyeti dahi karşılanamayan yaşam koşullarından ibaretti.


Bugünlerde “deprem bölgesinin yeniden ihya ve yeniden inşası” adı verilen sürecin neye benzeyeceğine dair atılan adımlar da bundan daha iyisini vaat etmiyor. Bilakis, özellikle de OHAL kapsamında çıkarılan kararnameler bağlamında bakıldığında bölgedeki türlü kırılganlıkların sermaye lehine fırsata çevrilmek istendiği bir tablo ile karşılaşıyoruz. Örneğin sendikaların yetki tespiti, toplu iş sözleşmesi, uyuşmazlık ve grev süreçlerinin durdurulması ve tek taraflı ücretsiz izin hakkı gibi emekçilere verilen değeri gösteren adımlar atılıyor.

***

Diğer yandan 126 no’lu Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Kararname ise deprem bölgesindeki kentleri türlü krizler ve afetler karşısında yaşanabilir kılabilecek bir çabadan çok uzak. Bunun tam aksine iptal edilmediği takdirde bu kararname, kapitalist birikim süreçlerinin gezegen ölçeğinde yarattığı tahribatlar karşısında, yaşamak için tam da ihtiyacımız olan afet dirençli bir kent yaratmanın önündeki en büyük engeli teşkil ediyor olacak. Bunun en bariz göstergesi şüphesiz ki kararnamenin en çok ses getiren yanı da olan orman ve meraların geçici veya kalıcı biçimde iskâna açılması oldu. Tarım arazilerinin ve ekosistem tahribatının günümüz toplumsal eşitsizliklerinde ve aşırı iklim olaylarına bağlı krizlerde oynadığı rol düşünüldüğünde, bu maddenin kentsel afet riskini ve şiddetini artıracağına hiç şüphe yok.

Bu maddenin yanı sıra kararname plan ve parselasyon ile ilgili işlemlerindeki askı, ilan, itirazlara ilişkin hükümleri ortadan kaldırarak halkın bilgi edinme ve itiraz hakkını da elinden alıyor. Dahası buna ek olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nı altyapı, üstyapı dahil her türlü inşaat yapmaya veya yaptırmaya, arsa paylarını belirlemeye, cins değişikliği yapmaya, kat irtifakı, kat mülkiyeti kurmaya yetkili kılıyor. Böylece bir yandan çevresel tahribatları derinleştirecek kararla el ele toplumun demokratik katılım mekanizmaları, bölgeye dair birikim ve deneyimleri ile nasıl bir kentte yaşamak istediğine dair tahayyülü daha en baştan gasp ediliyor. Nihayet kentlerin “yeniden ihya ve inşası” örgütlü mücadeleyi engelleyerek, faturayı işçilere keserek, toplumsal direnci kırarak, bölge halkının iradesine el koyarak, yetkiyi tek elde toplayarak afetten etkilenenleri bekleyen riskleri artıracağını ispatlıyor.

***

Elbette her siyasal yaklaşımın farklı kent ve konut tasavvuru olacaktır. Bu anlamda kararname esasen tek adam siyasetinin yansıması bir tahayyüle denk düşmektedir. Toplumsal faydayı, kamu yararını hiçe saymakta, kentlerin kamusallığını, toplumsallığını görmezden gelmekte ve kamuoyu da şirketlerden oluşmaktadır. Halbuki yaşamı tehdit edenin tam da bu ranta dayalı tepeden inmeci yöntemi anlayışı olduğu su götürmez.

Buna karşın kenti bir birikim mekanizması olarak görmeyen, kullanım hakkı temelinde bir kent için verilecek bir mücadele önem kazandı. Tıpkı toplumsal bir hak olarak konutun gayrimenkul piyasasına veya inşaat sektörüne peşkeş çekilmesine karşı mücadele etmek gerektiği gibi. Bu çerçevede kentlerin yalnızca bilimsel değil ama aynı zamanda piyasa mantığından bağımsız bir biçimde üretilmesini talep etme hakkımız ve zorunluluğumuz var. Yeni bir kent toplumsal eşitliği sağlamaya yönelik genel çıkarları savunursa yaşanabilir ve herkes için afet dirençli olabilecektir. Bunun için öncelikle yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin bu kararname iptal edilmelidir.