Seçim bitti, kabine tamam, dün bakanlıklarda son devir teslimler de yapıldı. Her zaman daha kritik sayılan bakanlıklar olur. Adalet ve Milli Eğitim bakanlıkları içeride öne çıkarken, içeride de önemli olmakla birlikte dışarıda gözler daha çok ekonominin ve dış politikanın dümeninde kimlerin olacağına odaklanır.

O yüzden, dünya medyası yeni kabinede ekonominin dümenine oturan ve “piyasaların” hasretle beklediği Mehmet Şimşek ile istihbaratın başından diplomasinin başına gelen Hakan Fidan’a özel bir ilgi gösterdi.

Şimşek’e ben de özel bir ilgi göstereceğim, ama ekonomi merakımdan değil. O konuyu maaşımı idare edecek kadar bile bilmem.

Ancak, performansıyla kendisini bir karikatür haline getirmeyi hakkıyla becermiş olan Nebati Bakan’dan görevi devralırken kurduğu “Ağır bir görev verildiğini biliyorum. Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır” cümlesinden Şimşek Bakan’ın işi bildiğini anlıyorum!

Görevi teslim ederken derin bir “Ohhh”una tanık olduğumuz Nebati Bakan’a da haksızlık mı ettik acaba diyorum. Çektiği “Oh” o kadar çok şey anlatıyordu ki!

Şimşek Bakan’a dönersek, kurduğu cümleyle altını çizdi ki, “Türkiye rasyonel bir zeminde değilmiş.” Bir başka ifadeyle, “irrasyonel” yani “akıl dışı” bir zeminde ilerliyormuşuz!

Düne kadar böyle bir şey söyleyenin başına gelecek belliydi. Bugün de biz söylesek başımıza gelecek korkarım aynı: Hain, terörist, FETÖ’cü, PKK’lı!

O yüzden, Şimşek Bakan’ın “akıl dışı” ve “akıl içi”ni ona bırakayım, nasılsa onun “rasyonel zemin”inin işçiye, memura, emekçiye, yoksula ne getireceğini bir süre sonra göreceğiz.

Ancak, zeminin rasyonalitesi ve irrasyonalitesi ile o zeminde ilerleyerek ulaştığınız yer arasında bir ilişki varsa, seçimin ardından muhalefetin de kendi zeminini yoklamasında fayda var.

Ekonomik kriz ve halkın ağırlaşan yaşam koşullarının AKP’de doğal bir oy kaybına yol açacağı ve böylece sürecin bir iktidar değişimine evrileceği zemininde ilerlemenin rasyonel olmadığı görüldü.

Sosyal demokrat muhalefetin, CHP’nin yani, memleketin ezici çoğunluğunun sağ/muhafazakar olduğu kabulüyle, iktidar olabilmek için söylemde ve eylemde oraya yaklaşma zemininde ilerlemesinin rasyonel olmadığı ise defalarca görüldü. Ben de milliyetçiyim, ben de muhafazakarım, ben de dindarım söyleminin rasyonel sonucunun kitlelerin o kimliklerin orijinal partilerine yönelmelerini sağladığı netleşti.  

Aynı şekilde, partiye dair değişim taleplerini köklü siyaset değişikliğiyle değil kolaycı vitrin değişiklikleriyle karşılamanın rasyonel bir zemin olmadığı da kanıtlandı. O zeminde ilerlenerek varılan nokta ortada!

Rasyonel zemin, insanlara sürekli “sandığı beklemeleri”ni söylemek değil, net! Amaç sandıksa, sandıklar ufukta görünmeden çok önce, ilişki kuramadığınız kitlelerle gündelik hayat içinde birlikte olarak ve o ilişkileri örgütleyerek “sandığa gitmek” “sandığı beklemek”ten çok daha rasyonel bir zemin. 

Son yıllarda Türkiye’de ve bizden uzak çok sayıda ülkede yaşananlar sosyalist sol için de bir “rasyonel zemin” fotoğrafı şekti.

Sosyalistler; ağır ekonomik ve demokratik sorunların yaşandığı toplumlarda, ancak o sorunları yaşayan kitlelere “yalnızlık” duygusu yaşatmayan, gündelik hayat içinde sürekli onlarla birlikte olan, somut sorunlarına yerelde çözümler üreten, kendi aralarındaki farklılıkların toplumun devasa sorunları karşısında ikincil kaldığı bilinciyle güçlü birliktelikler kuran bir “rasyonel zemin”de ilerlediklerinde başarılı oluyorlar.

İktidarın “rasyonel zemin”inin ne olduğu belli, dileyelim muhalefet de
kendi “rasyonel zemin”ini bulabilsin!