Roman karakterleriyle yazılan öyküler
Zeynep Delav, ‘Çıktığım Zıvana’da yazar olarak kendine zorlu bir yol tutturmuşa benziyor. Günümüzün itiş kakıştan, beğenmemekten, dışarılara iteklemekten müthiş zevk alınan ortamına, dokunaklı bir merhamet ve hassasiyetle giriyor.

Şebnem VİTRİNEL
“Her şey geçer, hayat kalır” demek isterdim Ortaçgil gibi ama öyle olmuyor. İçine zamk gibi yapıştırıldığın an pek kolay geçmiyor. Söküyorsun kendini o andan ancak onunla birlikte bir tarafın da kopup eline geliyor.
Öykü yazarken okuyucunun karaktere sadakat geliştirmesini sağlamak en zor iş olmalı. Bir yanıyla öyküyü diğer türlerden ayıran, ona gücünü sağlayan şey sadeliği, bazen kısalığı ve doğrudan anlatımıdır. Öte yandan tam da bu özellikler, okuyucunun romanlarda -ve filmlerde, dizilerde- karaktere yönelik geliştirdiği duygudaşlığı zorlaştırır. Tanışmak ve kaynaşmak için yeterince alan ve zaman yok gibidir.
Zeynep Delav, Everest etiketiyle raflardaki yerini alan ikinci öykü kitabı Çıktığım Zıvana’da, bu engelin üzerinden insanı aldatan bir rahatlıkla atlamış görünüyor.
Craig Borten1, “Önemli olan karakterdir,” diyor. “Ben bütün enerjimi onlara harcıyorum. Karakter bir kere ortaya çıktı mı, hikâyeyi de temayı da taşır.” Beş hikâyeden oluşan yeni kitabında Delav tam da bu formülü uygulamış. Her biri diğerinden daha şahsına münhasır karakterleri bazen olay akışına bile ihtiyaç duymayacak kadar öne çıkıyor, kendi başlarına kitabı sırtlıyorlar.
Bunun en çarpıcı örneğini, Hatırım İçin’de görüyoruz. Birkaç sayfa içinde, kız çocuğun ağzından anne - kız ilişkisine göz attığımız bu öyküde, ilk bakışta, artık yetişkin yaştaki kızın dağınık gözlemleri, ortak hayatlarından bölük pörçük anılar ve geçmişlerine dair ufak dokundurmalar dışında adeta hiçbir şey yok ve bir olay da olmuyor. Ancak, kadınlara hiçbir zaman tanınmayan bir hakkın; tembellik, bezginlik ve asosyalliğin peşindeki anne karakteri sayesinde bu eksikliği fark etmiyoruz bile. Güçlü kadın, özgür kadın, bağımsız kadın söylemleri arasında kendine yer bulamayan, bu sıkılan, bunalan, yalnız kalmak isteyen, bakımsız kalmak isteyen, sessiz kalmak isteyen kadın önerisi, eminim sadece benim kalbimi kazanmakla kalmayacak. Delav incelikli ve kırılgan karakterini yalnız da bırakmıyor üstelik. Neredeyse her zaman bir çatışma başlığı altında edebiyata giren anne - kız ilişkisine, annenin birlikte yaşanması zor karakterine rağmen farklı bir açıdan yaklaşıyor. Öykünün anlatıcısı kız, annesinin iradi vazgeçişlerine duyduğu saygıyı -eğlenceli bulduğum ve burada sizinle paylaşarak sürprizini kaçırmak istemediğim- bir garip jestle gösteriyor.
Okuyucu olarak, bu açıdan kitabın bir miktar hüzün ve kırgınlık yarattığını da eklemek lazım. Birkaç paragrafta içli dışlı olduğunuz, bütün sıradışılıklarına ve tuhaflıklarına karşın, “Bu da benim yengeme / amcama benziyor” dedirten bu kişilerden öykünün sonunda aniden ayrılmanız bekleniyor. Oysa akıbetlerini merak ediyor, bir sonraki aşamada neler olacağını bilmek istiyorsunuz.
Zeynep Delav’ın ilk öykü kitabı Kemik Tozu’ndan, bende bu şekilde çakılıp kalan karakter Cankurtaran’daki Melek olmuştu. Kendi başına bir öykü değil de, bir romanın ön çalışmasıymış gibiydi. Bu sefer, ikinci kitaba adını da veren Çıktığım Zıvana öyküsünün Gülseren karakteri benzer bir etki yaptı. Bir yanıyla, okumuş, etmiş, kimya öğretmenliği yapmış, aydın bir şehirli kadın, bir yanıyla da mısırlı hocalardan el alan büyücü Nevriye’nin torunu, kanını kaşığa dökerek papaz büyüsü öğrenmiş Büyücü Gülseren. Ben burada sadece tarif etmeye çalışırken bile inandırıcılıktan uzaklaşsam da, Delav bu imkânsız görünen birleşimin altından kalkmış, bize sahici bir kadın karakter oluşturmuş.
Çekici bir karakter olsa da, kitaptaki en uzun öykünün tek taşıyıcısı Gülseren değil. Delav, ustalıklı tekniğini sade ve akışkan bir üslubun altına gömerek Gülseren’le kocası Erkan’ın hikâyesini iki farklı zaman ve iki farklı bakış açısından anlatıyor. Büyülerle, muskalarla, fallarla başladığı öyküsünü, karmaşık aile ilişkilerine, taşrayla başa çıkamama hallerine, “yalnız kadın komşularıyla iyi geçinmeli,” realitesine kadar esnetiyor. Fal baktırmaya gelen kadından kasap İsmail’e, sahtekâr mezatçıdan komşu Nazım amcaya kadar öyküye kafasını uzatan herkes hayatın başka bir halini, başka bir potansiyel öykünün minik bir parçasını getiriyor.
YAZARIN ZORLU YOLU
Okur olarak yokluğunu çok hissettiğim için benim gözüm hep kadın karakterlere kaysa da, Delav kesinlikle bir ‘kadın yazar’ değil. Mesela, Diyorlar Ki Sen Delisin’de Elif’in gönülsüzce evlendiği ikinci kocası Ahmet’e, öyküyü anlatan taraf Elif olmasına, Ahmet’i ve ortak hayatlarını yerden yere vurmasına rağmen giderek sempati duyuyor, onun geçmişini ve ruh halini de daha yakından görmeyi istiyoruz. Hani tanısak severiz gibi. Hele de, Yarısı Yaz, Yarısı Kış’ta, “onu da zar zor buldum” demelere doyamadığı karısını anlatan Cevat’ın traji-komikliğini görmezden gelemeyiz.
Çıktığım Zıvana’ya ve öncülü Kemik Tozu’na birlikte baktığımızda, Zeynep Delav yazar olarak kendine zorlu bir yol tutturmuşa benziyor. Günümüzün itiş kakıştan, beğenmemekten, dışarılara iteklemekten müthiş zevk alınan ortamına, dokunaklı bir merhamet ve hassasiyetle giriyor. Birbirlerinin hayatını zora sokmaya ant içmiş karakterlerinin hepsine içtenlikle ve özenle yaklaşıyor, taraf tutuyor tutmasına -çünkü başka türlü yazılamaz- ama adaleti de elden bırakmıyor. Sadece okur olarak değil insan olarak da görmeye ve hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz bir tavır.
Önümüzdeki günlerde genç yazar hakkında daha fazla şey duyacağımızı tahmin ediyorum.