Roman yazarı Hakan Bıçakcı: Yazar adayları artıyor, okurlar azalıyor
BirGün’e konuşan Hakan Bıçakçı "Yazar adayları, yazmaya ilgisi olan insanlar çoğalıyor ama okumaya ilgisi olan insanlar gitgide azalıyor, hem de çok büyük bir hızla..." diyor.
Şirvan YAŞAR – Ertuğrul OGAN
Edebiyatımızın yetkin isimlerinden, ödüllü yazar Hakan Bıçakcı, yazarlık serüvenini gazetemize anlattı.
Bıçakcı, “Kafamda hikâyeler belirmeye başlıyor ve onu en iyi şekilde anlatma telaşına düşüyorum. Kendimi bir okur gibi hayal edip ona yazıyorum. Çünkü zaten yazdığım şeyi tekrar tekrar okuyorum ve başkalarının okuyacağını yazarken hiç düşünmüyorum” diyor.
Yazarlığa karar verirken sizi etkileyen şeyler nelerdi?
Bulunduğum ortamların ve hayat yolculuğumun bir sonucuydu aslında. Yazar olma sürecim oldukça plansız bir süreçti açıkçası. Bu durumun altını da hep çizerek belirtirim; bir yazar olma tutkum ve hayalim hiç olmadı. Bazı yazarlar, yazar olma serüvenlerini, “Çocukluğumdan beri biliyordum” ya da “çocukluk hayalimdi” diye anlatırlar. Bendeyse böyle bir durum söz konusu değildi. Yazar olmaya kıyasla daha fantastik hayallerim vardı. Bu süreç müzikle ve okuduklarımdan etkilenmemle ilgili aslında. Birçok sanat dalından etkileniyoruz; müzikten, sinemadan, gördüğümüz bir fotoğraftan veya ressamlardan, haberlerden, farklı disiplinlerden... Ama bize kimlerden etkilendiğimiz sorulunca ister istemez bir filtreleme yapıp bazı yazarların ismini söylüyoruz. Ben, kendi yolculuğumda önce müziği görüyorum. Müziğin ayrıştırıcı bir etkisi oldu bende; uyandırma, farklı noktalardan bir şeylere bakma, çocuksu bir isyanla bir şeyler anlatma ihtiyacı ilk müzikle başladı. Hatırlıyorum, dinlediğim şarkılara aklımdan klipler çekerdim. Daha sonra okuma serüvenim başladı. Lise yıllarımda üst üste Kafka’nın, Sartre’ın, Camus’nun kitaplarını okumaya başladım ve aslında kendime acımasızca yüklendim. Sorunuzla bağlantılı olarak annem okumaya meraklıydı, Agatha Christie okurdu ve bana Christie’nin birkaç kitabını verdi. Bu noktada anneme haksızlık etmeyeyim çünkü verdiği kitaplar, bu serüveni başlatan durumlardan biriydi. Agatha Christie okumak beni çok etkilemişti ama hiç, “ben de yazarım” duygusu yoktu. Daha sonra düşe kalka, kafamı karıştıra karıştıra bulduğum kitapları okumaya başladım. Üniversite yıllarımda okumalarım biraz daha sofistike bir hal almaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik gibi yazarlarla tanıştım. Sonrasındaysa sinemanın ve bazı filmlerin etkisiyle kenara köşeye bir şeyler yazmaya, karalamaya başladım; lakin yazdıklarımı yayımlatırım gibi bir duygum hiç olmadı. Ne yaptığımı bilmeden başladım yazmaya. Öyküyle başladım sonra o bir romana döndü; birbirine çok benzeyen öyküler yazdığımı fark ettim. Bir romanın bölümleri gibiydi adeta. Ardından bu dosya hızlı bir şekilde yayımlandı. Sanırım yayımlanma konusunda şanslıydım çünkü ilk başvurduğum yayınevi dosyayı yayımlamayı kabul etti. Eğer birçok kez reddedilseydi, bırakırdım diye düşünüyorum. Tuttuğunu koparan, sonuna kadar giden bir karakterim yok ve bir noktada küserdim diye düşünüyorum. İyi ki kabul edilmiş ve yayımlanmış diyebilirim. Fakat bugünden baktığım zaman, yirmi dört yaşımdayken basıldı ilk kitabım. Çok erken, biraz bekleseymişsin, ne acelen varmış, diyorum o zamanki kendime. Ama bir yandan da şunu söylüyorum; belki de o zaman yayımlanmasaydı hayat beni bambaşka bir yere götürecekti ve o konsantrasyondan, odaklanmadan çıkacaktım, yazmayacaktım...
Yayımlama arzusuyla yazmaya başlamadığınızdan söz ettiniz. Yayımlanacağını bilmeden yazan Hakan Bıçakcı’yla yayımlanacağını bilerek yazan Hakan Bıçakcı arasında nasıl bir fark var?
Tabii, bu çok büyük ve önemli bir soru, benim de fazlasıyla kafa yorduğum bir konu aslında. Mesela müzikte ikinci albüm sendromu vardır; ilk üretimlerinde olağanüstü işler yapmış rock grupları var. Belki de bu üretimleri başka işlerde çalışırken gerçekleştirmişler. Fakat on-on beş yıl sonra yaptıklarına bakıyorsunuz; maddi durumları, stüdyoları, tüm imkânları çok daha iyi haldeyken yaptıkları üretimler öncekileriyle kıyaslanamayacak kadar kötü durumda. Bu konuyla ilgili düşüncem şu: İlk başta içinde bir ateş var ve onun çıkması lazım... Yazarlar için de benzer bir durumdan bahsedebiliriz. “Bunu anlatmam gerekiyor, bu şarkıyı haykırmam gerekiyor, bu resmi yapmam gerekiyor” hissiyatı bu. Sonra zamanla her üretiminde senden beklenen bir şeye dönüşüyor ve bu çok tehlikeli bir durum. Kimse senden bir şey beklemezken o üretimini ortaya atan biriyken, “Hadi bakalım, şimdi ne yapacaksın, bekliyoruz”larla karşılaşıyorsun. İşte bu, ikinci albüm sendromunu fazlasıyla tetikliyor. Bu da üretimi baltalayacak bir kapıyı aralıyor diyebiliriz. Çünkü ilk üretiminde kafanda “okur, dinleyici” gibi bir kaygı yoktu. İkincisindeyse ister istemez oluyor. Ben bunu olabildiğince aza indirmeye dikkat ediyorum ama ne kadar yapabildiğim tartışılır. Ve şunu samimiyetle söyleyebilirim ki şimdilerde de yayımlanacağını bilmediğim ilk romanımı yazarkenki ruh halime çok yakın bir ruh haliyle yazıyorum. Kafamda hikâyeler belirmeye başlıyor ve onu en iyi şekilde anlatma telaşına düşüyorum. Kendimi bir okur gibi hayal edip ona yazıyorum. Çünkü zaten yazdığım şeyi tekrar tekrar okuyorum ve başkalarının okuyacağını yazarken hiç düşünmüyorum. Tabii yayımlandıktan sonra, şu okusa nasıl bulur gibi düşüncelerim oluyor belki ama bunun bir tuzak olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Yani birileri bunu okuyacak diye yazmak çok tehlikeli.
Bir söyleşinizde okurdan çok yazarın olduğundan söz ediyorsunuz. Bu meseleyi biraz açabilir misiniz?
Bu çok karışık ve içinden çıkmakta zorlandığım bir konu. Bu cümle aslında bir Fransız filminden duyduğum replikti. Filmdeki yayıncı şunları söylüyordu: “Artık daha az okur ve daha çok yazar var, ortam gergin.” Tabii filmde bu daha esprili şekilde ifade ediliyor. Film görece yakın bir tarihte çekiliyor ve Fransa gibi toplumun çok okuduğu bir ortamda dahi bu durum tartışılıyor. Yazar adayları, yazmaya ilgisi olan insanlar çoğalıyor ama okumaya ilgisi olan insanlar gitgide azalıyor, hem de çok büyük bir hızla... Bu da çağımızın dikkat dağınıklığı çağı olmasından kaynaklı sanırım. İnsanlar bir romanla, girift kurmaca metinlerle baş başa kalma konusunda günden güne daha çok zorlanıyorlar. Okuma alışkanlığı olan insanlar dahi bu alışkanlığının zayıfladığını söylüyor. Çevremizde okuyamıyorum diyen insanların sayısı artıyor ve bu durum tesadüf değil. Çağın getirisi olduğunu söyleyebiliriz. Her şeyin çok hızlı döndüğü bu çağda bilgiyi duyarak ve görerek alıyoruz, hikâye ihtiyacımızı da görsel ve işitsel alanlardan çok hızlı tatmin ediyoruz ve okuma alışkanlığı da gitgide azalıyor. Bir yandan tutkuyla yazanlar artarken bir yandan okurların azalması bakalım bizi nereye götürecek? Bu durum aslında benim karamsar olduğum bir durum. Ben insanların hikâye ihtiyacının hiç bitmeyeceğini savunurum çünkü insanların mitolojiden beri gelen hikâyelerle bir bağı var. Hep hikâyelere meraklı olacağız lakin okumaktan bahsetmiyorum; hiç sevmediğim bir laf ama hikâyeleri tüketmekten bahsediyorum... Okuyarak olmasa da hikâyeleri tüketmeye devam edeceğiz ve bu durum beni çok endişelendiriyor. Formatlar işitsele ve görsele dönerken buradan en büyük yarayı da tabii ki edebiyat alıyor. İnsanlar değişti hatta iç dökme ihtiyacı dahi değişti. İç dökme ihtiyacı yazıdan başka yerlere kayıyor; insanlar eskiden yazarak içlerini dökerlerdi ama artık ağlarken çektikleri videolarla bu ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Tabii anlatma ve paylaşma ihtiyacı bir tsunami gibi gelirken edebiyatın da bambaşka bir şey olduğunu unutmamak gerekiyor. Çünkü edebiyat duygu ve düşüncelerin kâğıda dökülmesi değil; edebiyat bu duygu ve düşünceleri içeren bir kurgu. İnsanların paylaşım coşkusuyla sular fazlasıyla bulanabilir ve biz artık okumaktan keyif alamayacak noktaya gelebiliriz. İşte bu noktada da editörlük süreçleri fazlasıyla önem kazanıyor. İyi editörlere, iyi yayıncılara ihtiyacımız var çünkü bu tsunami gibi gelen paylaşma ihtiyacını süzüp iyi edebiyatı ortaya çıkaracak olanlar onlardır.
Odağımızı kaybettiğimiz şu günlerde kısa öykülerin önem kazandığını ve okurlarının arttığını söyleyebilir miyiz?
Kısa bir format olduğu için olabilir ama aslında öykü okumak, roman okumaya kıyasla daha zordur. Çünkü romanda atmosferi anlıyoruz, karakteri tanıyoruz ve onunla bir yolculuğa çıkıyoruz. Öyküye zor dememin sebebi onu övmek için. Çünkü öykü çok daha ciddi bir konsantrasyon gerektiriyor. Her öyküde başka atmosferlerde, başka bir karakterlerle yeniden yeniden o dünyaya girmeniz gerekiyor. Okurluğun aşındığı şu günlerde bu aşınmadan öykünün daha fazla etkilenmesi gerekiyor. Benim ilk yazmaya başladığım dönem de şöyle bir klişe vardı: Roman satar öykü satmaz. Yazarlara, “İlk önce öykü kitabıyla çıkma romanla çık, sonra öykü kitabı yayımlarsın” denilirdi. Tabii bu klişe artık kalktı. Roman daha çok okunur, öykü daha az okunur meselesi bana hep çok anlamsız geldi. Edebiyat seven bir insan için bunların mesele olmaması gerekiyor. Tabii bu söylem istatiksel verilere de dayanıyordu. Sanırım bu durum değişti ve öykü kitapları çok daha fazla yayımlanır ve okunur hale geldi.
Silinmiş Sahneler kitabınızda bir karakter üzerinden sansürü işliyorsunuz. Silinmiş Sahneler kitabınızdan bahseder misiniz ve ilintili bir soru daha: Hakan Bıçakcı yazım sürecinde kendisine otosansür uyguluyor mu?
Sansür konusunu seçerken ne kadar dallanıp budaklanan ne kadar katmanlı bir konu olduğunu hissediyordum. Bu yüzden bu konuyu seçmeyi tercih ettim ve aslında hissettiğimin çok daha fazlası olduğunu gördüm. Ve sorduğunuz soruda olduğu gibi sansür yapan birini anlatırken, “Ben ne kadar sansür yapıyorum?” sorusunu düşündüm. Bir de işin bilincinde olduğum ve bilincinde olmadığım sansür boyutu var. Sinemacı olma hayaliyle yola çıkan, kendini kurgu konusunda geliştirmiş ve uzmanlaşmış bir genç, sinema alanına bir şeyler katmak için yola çıkıyor. Fakat sinemadan bir şeyler eksiltmesi beklenen bir konumda buluyor kendisini. Yeni sahneler üreteceğine üretilmiş sahneleri kesiyor, yok ediyor. Aslında bu yaptığının korkunç bir şey olduğunu bilmesine rağmen yapmaya devam ediyor. Sonrasında savunma mekanizması devreye giriyor, yaptığı işi normalleştirerek, “Aç mı kalayım, ben de bayılmıyorum ama ben yapmasam bir başkası yapacak” diyor. Başlarda zaten nelerin kesileceği ve sansürleneceğine kendisi karar vermiyor, bu durum onun için iç rahatlatıcı bir durum ama roman ilerledikçe nelerin sansürleneceğine de kendisi karar vermeye başlıyor. Sansüre devam ediyor ve yavaş yavaş eleştirdiği dünyanın içine batmaya başlıyor. Ne kadar korkunç bir şey demek kolay ama sansürden kaçmak çok zor. Benim ilk çıkış noktam; bir okur, izleyici ve vatandaş olarak sansürden gerçekten rahatsız olmamdı. Beynime kan sıçratan konulardan biridir sansür. Ne münasebet, yetişkin birinin yerine neyi izleyip izlemeyeceğine, neyi okuyup okumayacağına karar vermek. Bu durum ciddi anlamda kan dondurucu. Sansür konusunda içimde akıl almaz bir nefret birikiyor. Beni bu romanı yazmaya iten de bu nefretti sanırım. Bir şeylerden rahatsız olmak sanat için en büyük çıkış noktası ama bir yandan da oldukça tehlikeli... Çünkü sizi didaktik bir yere de götürebilir. Bu romanda sansürün ne kadar içimizde olduğunu yazarken sansürün ne kadar günlük hayata inmiş olduğunu gördüm. Küçücük diyaloglarla bu meseleyi anlatmaya çalıştım. Günlük konuşmalarda da sansür yapıyoruz ve karakter de bunu yapıyor, roman dikkatli okunduğunda fark edilecektir. Öğlen ne yediğin sorulduğunda dahi sansür yapma ihtimalin var, sansür zannettiğimizden çok daha fazla hayatımızın içinde. Bu romanın da içinde hayalet gibi geziyor ve sansürün tekniği de değişiyor. İlk başta eski usul sansür dediğimiz şey şimdilerdeyse başka bir şeye dönüştü. Herkesin kameralarla dolaştığı, hayatının her saniyesini paylaştığı sosyal medya ortamında her şey çok daha görünür artık. Bu görünürlük beraberinde sansürü de dönüştürdü. Artık bir şeyleri görmemizin engellenmesinden ziyade nasıl görmemiz gerektiği konusunda bir sansüre maruz kalıyoruz.
Sanatçının toplumsal meseleleri dile getirmek gibi bir kaygısı olmalı mı?
Bence böyle bir şart olmamalı. Bu çok kısıtlayıcı ve işi formüle dökecek bir şey. Birileri okuyacak, birileri onaylayacak ve beğenecek diye yazmak çok tehlikeli. Sorduğunuz soru biraz bu durumla alakalı gibi geliyor bana. Çünkü “toplumsal bir meseleye de değinmem gerekiyor” düşüncesi içselleştirilmediği, sahiden de dert edinilmediğinde edebiyatın da sanatın da dışında bir tavır doğuruyor. Bu kendiliğinden oluyorsa bir anlamı var. Zaten diğer türlüsü bir şekilde anlaşılıyor diye düşünüyorum. Söylediğim gibi, bir şeylerden rahatsız olmak da sanatın özünde olan bir durum. Benim çıkış noktam da o rahatsızlık noktası ve bunlar genelde toplumsal meseleler oluyor. Tabii gündelik durumlar da olabiliyor ama genellikle sosyolojik, toplumsal mevzular oluyor. Bu da zaten sanatın ve yazmanın doğasında olan bir şey. Seren Yüce’nin çok sevdiğim Rüzgârda Salınan Nilüfer filmi, yazmanın doğası üzerine bence çok enteresan bir film. Filmde yazar olmak isteyen bir kadın, doğudaki çocuk gelinleri yazmak istiyor. Tabii film hiciv yüklü ve orada şunu görüyoruz. Karakter roman yazmaya oturduğu zaman nasıl bir konuyu ele alırsam beğenilirim, alkışlanırım, okunurum diye düşünürken aslında hiç de umurunda olmayan çocuk gelinler konusunu seçiyor sinsice. Bu filmde çok çarpıcı bir biçimde işleniyordu. Aslında anlatmak istediğim filmde net bir şekilde ortaya konuluyordu. Batı, bizlere hep varoluşçu konuları, soyut hikâyeleri anlatmayın; bize sizin oraların dertlerini anlatın, onları okuyalım diye bir tavır takınıyor.
Aforizma çağından sıyrılmaya çalıştığınızı ifade ediyorsunuz. Kastettiğiniz tam olarak nedir, açıklar mısınız?
Çağın birçok yan etkilerinden bahsettik. Okumanın erozyona uğraması, dikkat sürelerinin kısalması gibi... Aforizma çağı da bu erozyonlardan birisi. Havalı, süslü, dikkat çekici ve çok paylaşılacak cümleler kurmak bana edebiyat-dışı bir şey gibi geliyor. Edebiyatın amacı güzel, süslü, havalı ve enteresan cümleleri arka arkaya dizmek olmamalı diye düşünüyorum. İstisnai durumlar olabilir ama bir metnin tümünü okuduktan sonra aklımızda kalanın, içimize çökecek tortunun önemli olduğunu düşünüyorum. Hesap kitapla olmamalı bu işler. Okur öyle güzel bir cümle okusun ki bir sonraki cümlemi de okumak istesin gibi bir kaygısı olmamalı yazarın. Aforizmalardan kaçmaya çalışan ve bu duruma düşmemek için elinden geleni yapmaya çalışan birisi olarak bazen bu tuzağa düştüğümü fark ediyorum. Bu durumu da kitap yayımlanmadan önce tekrar okumalarımda yakalıyorum.