Çin yalnızca Rusya değil, dünyanın geri kalanı için de belirsizlikler taşıyor. Ama Rusya için Çin çok önemli çünkü uzun bir sınıra sahip bu iki ülkede, ABD hegemonyası geriledikçe yaşanacak sorun potansiyeli oldukça fazla. ABD 2000’lerde ne Çin’in bu kadar hızlı büyüyeceğini ve bunu stratejik bir kazanıma çevireceğini, ne de Rusya’nın bu ölçüde Çin’e yanaşacağını hesap edebildi. ABD Çin’e yoğunlaşırken, kendisini Rusya ile daha fazla uğraşır buldu.

Rusya, Çin’e güvenebilir mi?

Küresel siyaset öyle bir döneme girdi ki bundan sonra artık her bölgesel kriz küresel boyut kazanmaya aday. Ukrayna krizi de böyle oldu. Rusya’nın Ukrayna sınırına asker ve ağır silahlar yığması, küresel sistemin bütün büyük güçlerini etkiledi, pozisyon almaya zorladı. Hem de 2008 Gürcistan işgali, 2011 Libya operasyonu, 2014 Kırım işgal ve ilhakı sırasında olduğu gibi, henüz bir fiili sınır geçme, silaha başvurulmadığı, yalnızca bir askeri yığınak olduğu halde genel bir kriz hali yaşanmaya başladı.

Putin Rusyası’nın ne yaptığı az çok belli olmaya başladı. Daha önce işgal etmiş olduğu Ukrayna üzerinde askeri baskı kurarak, hem Ukrayna’yı hizaya getirmek, NATO üyeliği ve Donbass konusunda baskı yapmak, ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında ayrışma yaratmak, Almanya’da yeni hükümet, Fransa’da yakında seçim varken bu ayrımı derinleştirmek, Çin’i yanına çekmek ve bir ihtimali ABD’den Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye olmayacağına dair yazılı garanti almak.


Bunların hepsine birden ulaşmak zor. Ama sonuçta çok düşük bir maliyetle, tatbikatlar dışında, bir kurşun atmadan ve bir zayiat vermeden, bu hedeflerden bazılarına ulaşmak mümkün olabilirdi.

Rusya bir süredir dış politikasında daha aktif ve küresel siyaset içinde kendisine daha yüksek profilli bir konum arayışında. Bunu sağlayan üç gelişme oldu.

• 2010’lara doğru iyice yükselen petrol ve doğal gaz fiyatlarının artışının sağladığı hızlı ekonomik büyüme,

• ABD’nin Trump döneminde içe kapanma ve müttefiklerini, NATO’yu küçümseyen politikası,

• Çin’in giderek dünya siyasetine ağırlığını koyması ve ABD’nin bu yeni durumla başetmekte zorlanması,

• Almanya-Fransa ikilisinin süreklediği otonomi arayışları.

Yoksa bir dönem yükselen enerji fiyatları dışında, Rusya’nın içsel gücünde önemli bir artış olmadı, tersine yaptırımlar, ekonomik koşulların ağırlaşması, Covid pandemisinin yarattığı sorunlar devam ediyor. Rusya dış politikadaki gücünü, kıvrak ve deneyimli bir kadronun elindeki araçları akıllıca kullanmasından alıyor. Bu noktada Rusya algısına ve bu ülkenin tıpkı Çin gibi, kendisine özgü modeline bakmak gerekiyor.

RUS TİPİ KAPİTALİZM

Rusya kapitalist bir ekonomiye sahip. Kendisine özgü olduğu iddia ediliyorsa da, aslında bilindik, oligarşik bir ekonomik düzen. Zenginleşmenin iktidara yakın olmaktan geçtiği, Putin’e yakın Petersberg klanının, eski istihbaratçıların kritik noktaları tuttuğu bir tür devlet kapitalizmi. Bu oligarklar paralarını Batı bankalarında tutup, Londra’da ev alıp, çocuklarını Batı üniversitelerinde okutan yolsuzluğa batmış insanlar. Devlet kapitalizmi olduğu için devleti kontrol edenin ekonomiyi de kontrol ettiği bir model. Piyasa rekabeti yerine lidere yakın olma rekabetinin, devletçi olan ama halkçı olmayan, Putin’e yakın işadamlarının aynı zamanda medyayı da kontrol ettikleri tanıdık bir model.

Banka, ulaşım, savunma, doğal gaz ve elektrik gibi sektörlerde kamu mülkiyeti hakim iken, iletişim, perakende, inşaat, sivil sanayi gibi alanlarda özel sektör hakim. Bunun yanında bürokraside kapitalist piyasa ekonomisinin kurallarına göre hareket eden ve ülke ekonomisiyle Batı sermayesi arasındaki bağı ayakta tutan bir kesim de var. Bunlar daha çok para, faiz, kur, enflasyon gibi makro ekonomik dengelerin korunmasında muhafazakâr (sermaye yanlısı) politikalara katkı sağlıyorlar ve Rusya’nın Batı merkezli kapitalist sistem içinde kalmasının koşullarını oluşturuyorlar.

Rusya’nın 1990’larda, Boris Yeltsin döneminde Batı merkezli bir “şok terapi”ye tabi tutulduğu, planlı ekonomiden piyasa ekonomisine ani bir geçiş yaptığı ve bunun da bir kuşağı ekonomik ve sosyal olarak harcadığı biliniyor. Hatta, bu modeli geliştiren Amerikalı iktisatçıların bazıları bile yarattıkları sosyal ve insani yıkımdan rahatsızlık duydular. Ne var ki, Putin’in izlediği bu devlet (oligark) merkezli model de, Rusya’daki gelir dağılımını düzeltmedi. ABD’de tepki toplayan “yüzde 1”lik bir kesimin ulusal gelirden büyük pay alması sorunu Rusya’da var. Burada da yüzde 1’lik bir kesimin ulusal gelirin yüzde 20-25’ine sahip olması ve genel olarak Rusya’nın dünyadaki gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biri olması ilginç. Örneğin, bazı hesaplamalara göre, en zengin yüzde 10’luk kesim ülke zenginliğinin yüzde 87’sini kontrol ederken, bu oran ABD’de yüzde 76, Çin’de yüzde 66 oranında. Rusya bu verilerle geçmişte aynı sisteme sahip eski Doğu Bloku ülkelerinden çok daha kötü durumda. Sonuçta iktisadi olarak Rus milliyetçiliğinin, enerji fiyatlarındaki artışın Rus halkının ekonomik refahına katkısı sınırlı kaldı. Rus halkının payına eşitsiz kapitalist bir ekonomi ve otoriter rejim düştü.

PUTİN’İN AVRASYACILIĞI

Avrasyacılık Rus düşünce tarihinde güçlü bir akım ve Putin ile birlikte özellikle 2000’lerin sonuna doğru ağırlık kazanmaya başladı. Avrasyacılık coğrafi bir kavram değil. Rusya tarihsel olarak Batı ile hep daha fazla etkileşim içinde olmuş bir ülkeydi. Avrasya kavram olarak içinde zaten iki coğrafi bölgeyi de barındırıyor, yüzünü yalnızca Asya’ya dönmek anlamına gelmiyor. Avrasyacılık, 1990’larda ortaya çıkan Atlantikçilik’e bir tepki olmanın da ötesinde, Rusya’nın tarihsel zenginliğini, kendisine özgü bozulmamış, kültür ve değerler sistemini, bir nostalji olarak güçlü Rusya’yı yeniden kurma arayışı. Bireycilik yerine cemaati, Batı rasyonalitesi yerine Rus dayanışmasını, sivil toplum yerine devleti, Ortodoksluğu ve millet fikrini merkeze koyan bir anlayış. Batı’nın kültür, siyasal sisteminin Rus toplumu için bozucu, uyumsuz ve yabancı olduğunu, siyasal olarak ise tehdit olduğunu savunan, her an saldırganlığa başvurmaya hazır defansif bir siyasal kültür.

Bu görüş demokrasi, insan hakları gibi kavramları Rus tarihi ve toplumu için yabancı ve zararlı bulur ki Putin de Avrasyacılığın bu yönünü daha çok benimseyecektir. Her ne kadar Rusya’nın anayasasında ülkenin demokratik olduğu yazılıysa da, demokrasi kavramı yıllar içinde Putin’in siyasal söyleminde giderek daha az yer tutmaya başlayacaktır. Putin demokratik devlet yerine vatanı ve vatandaşlarını koruyacak güçlü devlet söylemine geçmiş, demokrasiden söz edeceği zaman “egemen demokrasi” demeyi tercih etmiş, son yıllarda ise bu kavramı kullanmayı tamamen bırakmıştır. Hatta 2019’daki bir mülakatında liberalizm fikrinin ömrünü tamamladığını, çokkültürcülüğün başarısız olduğunu söylemiştir.

Bunun stratejik boyutu ise Batı karşıtlığı ve eski Rus gücünü yeniden kazanmayı öngören, nüfuz ve dominasyon arayışı olmuştur. Putin 2005’te Sovyetlerin dağılmasını “20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak tanımlamış, Sovyet deneyimini sosyalizm açısından değil, bir Rus imparatorluğu olarak görmüş, onun dağılmasını Rusya’nın küçülmesi olarak algılamış, bu kaybı telafi etmeyi dış politikada ana hedef olarak belirlemiş bir lider. Bunların sonucunda 2012’den itibaren Batı ile ilişkilerine daha fazla mesafe koymaya başlamıştır.

Avrasyacılık, bin yıllık bir tarihsel süreklilik içinde, devleti kutsayan, ortodoksluk değerleri etrafında örülen, Rusya’nın dünyada tek, özel ve tarihsel bir misyonu olduğuna inanan, dünya jeopolitiğinin Rusya’sız bir anlam taşımayacağını düşünen, toprak temelli bir siyasal projedir. Bunun günümze yansıması, Putin yönetiminin biraz da demokrasiden kaçmasının gerekçesini oluşturması, Batı’nın Rusya’nın bu konudaki baskı ve eleştirilerinden muafiyet arayışıdır. Batı liberalizmi Rusya’ya uygun değilse, bu konuda eleştirileri dikkate almaya da gerek olmayacaktır.

EKONOMİK ORTAĞI MI?

Rusya’nın Çin ile ilişkileri genel olarak içinde çok sayıda belirsizlik taşıyor. Bu karmaşık ve kodları tam olarak belirlenememiş ilişkinin somut bir boyutu olan ekonomik ilişkilerle başlamakta yarar var.

Öncelikle Çin ve Rusya ticari olarak birbirinin önde gelen ortakları değiller. İki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi 100 milyar dolar kadar. Çin, Rusya’ya yaklaşık 60 milyar dolarlık ihracat yaparken, dünyanın en büyük ihracatçısı olan bu ülkenin 2.5 trilyon dolarlık ihracat kapasitesi içinde bunun çok küçük bir yer tuttuğu görülüyor. Hem Çin, hem de Rusya’nın en büyük ticaret ortaklarının ABD, AB ülkeleri ve Japonya, G. Kore ve Avustralya gibi Batılı ülkeler olduğunu hatırlatmak gerek. Öyle ki, Çin’in ilk on ihracat yaptığı ülkeler arasında Rusya yok. Hatta, bir dönem Çin’in iktisadi olarak Orta Asya ülkelerine yayılmasından da tedirginlik duyduğu, Pekin’in Bir Yol Bir Kuşak projesinin Rusya ayağının hızlı ilerlemediğini de hatılatalım. Ekonomik ilişkilerin en büyüğü yatırım hacmi 55 milyar dolar tutan iki Sibirya boru hattıyla, Arktik bölgesinde Yamal LNG tesisine Çin’in yaptığı yatırım. Enerji dışındaki karşılıklı yatırım ise sınırlı kaldı, dolar yerine ulusal paralarla dış ticareti yürütme planı ise işlemedi.

Küresel sistem 1990’ların liberal enternasyonalizm ve küreselleşme dalgasının ardından, 2010’lardan itibaren reelpolitik bir düzene doğru kaymaya başladı. Bunda da, Çin’in ekonomik yükselişi ile Rusya’nın kendisini toparlamasının hemen ardından askeri gücünü ve stratejik konumunu kullanmaya başlaması belirleyici oldu. Bunun yanında birçok çevre ülkesinde otoriter yönetimlerin güçlenmesi, Donald Trump yönetiminin küreselleşme karşıtı ve kapanmacı bir çizgiye kayması, liberal ekonomik mantığın hakim olduğu, küreselleşmenin iddia ettiği gibi devletin, egemenliğin, toprak ve sınırın önemini kaybettiği bir dünya idealinden uzakşamayı getirdi. Kapitalizmin merkezinde 2008’de çıkan kriz ve bunun aşılabilmesi için otoriterleşmeye göz yuman siyasal eğilimler de bu sürece katkı sağladı.

Böyle bir ortamda Çin’in yükselişi, kritik bir dönüm noktası oldu ve Rusya’nın elini rahatlattı. Putin’in 2007’deki Münih Güvenlik Konferansı’ndaki ünlü konuşması bu gidişatın ilk önemli işareti oldu. Bundan sonra Putin Rusyası aşamalı olarak Batı ile bir kopuşa doğru gitmeye başladı. ABD giderek NATO’yu doğuya doğru genişlettikçe ve Rusya buna askeri hamlelerle karşılık verdikçe kopuş hızlandı. 2014 kırılma yılı oldu. Rusya, Kırım ilhakı ve uygulanan ekonomik yaptırımlardan sonra Çin’e daha çok yakınlaştı. Bu kriz Rus karar verme mekanizmasındaki Batı yanlılarının da gücünü kırdı, Batı karşıtı, güvenlikçi ve milliyetçi kanat daha fazla öne çıktı. Öyle ki, ABD dikkatini Çin’e yoğunlaştırmaya çalışırken, kendisini Rusya ile daha fazla uğraşır buldu.

Rusya ve Çin küresel sisteme dair çok net bir ortak pozisyona sahipler. ABD hegemonyasına karşı çıkıyorlar ve çok kutuplu bir küresel sistem öneriyorlar.
Bu, daha adil bir küresel düzen talebi anlamına gelmiyor. Örneğin Putin, 20 yıldır Batı’nın, ABD’nin Rusya’nın güvenlik kaygı ve çıkarlarına saygı göstermediğinden yakınıyor. Rusya ve Çin’in şikâyetleri aslında küresel sistemin rantından kendilerine daha az pay düşmesi ve bu payın artması. O da kendi halkları için değil. Daha az demokratik bir dünyada, insan haklarının bahsi geçmeyen, isteyen yönetimin kendi vatandaşına istediği gibi baskı kurabilmesine imkân tanıyan, muhalifleri hapse atmanın meşru görüldüğü, silahlanma yarışını dayalı, gerektiğinde nüfuz bölgeleri oluşturmak amacıyla karşılıklı olarak başka ülkeleri kontrol altına almaya izin veren bir düzen bu. “Sen Baltıkları al, Ukrayna, Belarus ve Gürcistan bana kalsın, Ermenistan’ı paylaşalım” türünden, 2. Dünya Savaşı döneminden kalan ikinci bir “yüzdeler anlaşması” modeli. Trump’ın, Putin’in, Şi’nin, Bolsanaro’nun, Erdoğan’ın, Orban’ın, Lukaşenko’nun, Dutarte, Modi ve diğer benzerlerinin hâkim olduğu ve birbirinin iktidarını karşılıklı besleyerek, birbirine yaslanarak ömür boyu başta kalacakları bir otoriter rejimler ütopyası, ki gerçekleşme ihtimali hala var.

Bir süredir Putin’in başı sıkıştıkça yüzünü dönebileceği 2013’ten bu yana 37 kez görüştüğü bir Şi var. ABD 2000’lerde ne Çin’in bu kadar hızlı büyüyeceğini ve bunu stratejik bir kazanıma çevireceğini, ne de Rusya’nın bu ölçüde Çin’e yanaşacağını hesap edebildi. İkisine karşı aynı anda karşı koyma plan ve programı yok. Aynı anda Putin’in Ukrayna, Şi’nin Tavyan’a girmesi karşısında ekonomik önlemler dışında elinden bir şey gelmeyecek. Ukrayna krizinde bile başta Almanya ve Fransa, Hırvatistan’ı bile yanına çekmekte zorlanıyor. Rusya’ya karşı NATO’yu, Çin’e karşı Japonya, İngiltere, Hindistan, Avustralya, Vietnam ve G. Kore’yi peşine takarak mücadele etmeye çalışıyor. Ama ABD’nin en büyük güvencesi hala, Batı sisteminin ekonomik üstünlüğü, Çin için 450 milyar dolar ihracat yaptığı ABD pazarının dayanılmaz cazibesi, Rusya için Avrupa enerji pazarının vazgeçilmezliği. Ama Rusya’nın Çin’e yakınlaşmasının sınırları da var.

rusya-cin-e-guvenebilir-mi-974480-1.
Rusya, sık sık Ukrayna sınırında askeri tatbikat düzenliyor.

***

Çin belirsizliği

Çin yalnızca Rusya değil, dünyanın geri kalanı için de belirsizlikler taşıyor. Ama Rusya için Çin çok önemli çünkü çok uzun bir sınıra sahip bu iki ülke arasında, ABD hegemonyası geriledikçe çok fazla sorun potansiyeli var. Öncelikle, Rusya’da Çin, geçmişin küçük ortağı, teknoloji aktarılan geri kalmış komünist yoldaşıydı. Rusya’da Çin’e dair bilgi birikimi genel olarak yetersiz, kültürel, insani temaslar çok sınırlı kaldı, Ruslar Çin’i yeni tanımaya çalışıyorlar.

İşin stratejik boyutu ise daha sorunlu. Reel politiğin mantığı, ABD hegemonyasına karşı biraraya gelerek güç dengesi oluşturmayı gerektirir ama aynı zamanda güçlendiğinde ne yapacağı tam olarak bilinmeyen hızla silahlanan kendisinden on kat daha fazla nüfusa sahip bir komşudan çekinmeyi de gerektirir. Batı cephesinde olduğu gibi, Rusya Çin ile arasına tampon koyabilecek durumda değil. Çin, Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımadı, Rusya’nın Kırım’ı ilhakına açık destek vermedi, BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada çekimser kalmayı tercih etti. Rusya’nın, Hindistan ve Vietnam’a silah satmasını ve yakın ilişkiler kurmasını şimdilik tolere ediyor ama Vietnam açıklarında deniz sahasında sondaj çalışmasına gösterdiği tepki yüzünden Rusya’nın bu faaliyete son verdiğini not etmek gerekiyor. Çin, Kuzey Kore dışında hiçbir ülkeyle ittifak ilişkisine girmiyor. Rusya’ya karşı da belli bir mesafeyi koruyor. Rusya Çin’e hassas silah teknolojisini vermekten kaçınıyor.

Bu arada Çin Avrasyacılık yapmıyor. Rusya’dan farklı olarak küresel bir siyaset izliyor, gözünü küresel kapitalizmin tepesine, ABD’nin yerine dikmiş bir ülke. Avrasya Çin için hafif kalıyor, Orta Asya’ya dair bir nostaljisi yok. Amacı iktisadi ve teknolojik açıdan ABD’yi geçip, askeri gücünü artırıp uzun vadede küresel sistemin liderliğine oynamak. Şu anda, Putin Çin’e dayanarak ABD’ye kafa tutabiliyor. Küresel sistemde, kendisine sahip olduğu nüfus, ekonomik güç üzerinde bir statü talep edebiliyor. ABD yerine Çin’in hâkim olduğu bir sistemde Rusya yeni bir hiyerarşik düzenin yine altında kalacak, hem de içinde taşıdığı belirsizliklerle.

ABD ise geçmişte, Henry Kissinger’in akıllı stratejik hamlesiyle Çin’i, Sovyetlerin yanından ayırabilmişti. Günümüzde “tersine Kissinger” denen, Rusya’yı Çin’in yanından ayırma siyasetini izleyemedi. 30 yıl önce söylense, kabus senaryosu sayılabilecek Çin ve Rusya’nın şimdilik pragmatik ve yeterince derinlikli olmasa da, ortak hareket etmesi karşılığında gücünü bölmek, müttefiklerini yanına çekebilmek için daha fazla çaba harcamak zorunda kaldı.

ABD 22 trilyon dolar ile dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülke. Ama yanı başındaki Küba ve Venezüela başta olmak üzere küçük ülkeleri kapitalizme açmak için inanılmaz baskı, darbe, işgallere başvurdu. Rusya dünyanın en geniş topraklarına sahip ama Kırım’ı ilhak edip, Ukrayna’nın doğusunu kendisine katma hesapları yapıyor, minik sayılabilecek Kuril adaları için Japonya ile mücadele ediyor. 1.4 milyarla dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülkesi olan ve yakında ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçecek olan Çin 24 milyonluk Tayvan’ı ülkesine katmak istiyor.

Bu dünyanın geleceği için iyi bir tablo değil. Geleceğe dair her türlü iyimser senaryoyu gölgeleyen bir gidişat. Rusya Ukrayna’ya girse de girmese de.