Saçma
Okulda çok zengin bir arkadaşımız vardı. Bizim gruptaki bir kıza içten içe âşık olduğu ve bunu söyleyecek cesareti de olmadığı için ders çıkışlarında hepimizi çağırır ve otomobiliyle İstanbul’un uzak yerlerine, Sarıyer’e, Anadolu Kavağı’na, Yeşilyurt’a filan götürürdü. Biz bir simit ve karper peynirle karnımızı doyurmayı planlarken o aracını pahalı bir restoranın önüne çeker ve ne kadar itiraz edersek edelim hepimizi masaya oturturdu. Bu arada içimizi rahatlatmak için artık ezberlediğimiz konuşmasını da yapardı: “Arkadaşlar benim babam milleti söğüşlemekten öyle büyük bir servet yaptı ki, ömrümüzün sonuna kadar bu restoranda yemek yesek umurunda olmaz. Lütfen burada şu ‘hesaba katılma’ gerginliğini bırakın ve keyifle yemeğimizi yiyip içkimizi içelim.” Masaya dolan yiyeceklerin cazibesi bizde gerginlik filan bırakmazdı zaten.
Ama ne zaman ilk mezeler biter ve ikinci dublelerle beraber bir sigara yakma vakti gelir, o zaman arkadaşımız dünyanın en saçma şeyini yapar ve kimseye sigarasını vermezdi. Biri bir dal sigara istese “Ben sigaramı paylaşmam” derdi. Bir başkası ısrar etse duvara dönüşür, bu konuda asla taviz vermez, sigara paketini cebinden çıkarıp bir tane içer ve paketi yine cebine koyardı. Platonik aşkını bile reddederdi. Bir gün bunu neden yaptığını sordum, “ilke” dedi. Başka bir gün bu “ilke”nin kökenini sordum, biraz düşündü ve “Çocukken babamdan gördüm” diye yanıt verdi.
Ben de babamdan değil ama bizim mahalledeki abilerden tam tersini görmüştüm. Bursa’daki kahvehane oturulduğunda herkes paketini çıkarıp masaya koyar, kim kimin sigarasından ne kadar içti asla sorgulanmazdı. Abilerimden öğrendiğim bu alışkanlığı İstanbul’da devam ettirir, üzerinde Turkish American Blend yazan sarı Camel paketimi masaya bırakırdım.
∗∗∗
Bir süre sonra bu zengin arkadaşın adı “pinti”ye çıktı. Onun olmadığı yerde başkaları “O kadar zengin ama bir sigara vermez” diyordu. “Ulan herif bir yemekte yüz paket sigara parası ödüyor” desem de, kimse bunu bir kriter saymazdı. Hatta bir keresinde platonik aşkı ona bağırarak beni göstermiş ve “Keşke sen de böyle bonkör biri olsaydın” demişti.
Yıllar içinde tüm bunları unuttum ama bir gün bu arkadaşımızın erken yaşta vefat ettiği haberini aldım. Daha sonra onun ardından yapılan tüm konuşmalarda, birbirinden bağımsız olarak neredeyse tüm ortak arkadaşlarım benzer cümleleri söyledi: “İyi bir adamdı ama pintiydi. Sen örneğin inanılmaz bonkör biriydin ama o, onca zenginliğe rağmen bir sigara istesen vermezdi.”
Düşüncelerimizi, kararlarımızı, karakterimizi hatta imajımızı oluşturan şeylerin büyük oranda saçmalığa dayalı olduğunu hiç düşündünüz mü? Başkaları bizi yüzümüzle tanımlar ama biz yüzümüzü sadece aynaya veya fotoğraflara baktığımızda görürüz. Arkadaşlarımızın hatta yârimizin bizde gördüğü şeyi biz görmeyiz. Aynaya bakarken bile çehremize değil, detaylara (Şu sakal fazla mı uzamış? Gözümün altındaki çizgi bu sabah neden daha belirgin?) takılırız. Hiç fark etmediğimiz dahası hiç sorgulamadığımız bir davranışımız, bizle ilgili kanaatlerin merkezinde yer alır.
Kusurlarımızı gizlemeye çalışırken kendimizi kaybederiz. Sadece bazen ve genellikle gecenin bir vakti aniden uyandığımızda içimizi bir evham basar ve “Gerçekte beş para etmez biri olduğum acaba bugün açığa çıkacak mı?” diye dertleniriz.
∗∗∗
Dünyanın hâkimi Bay Trump örneğin. Tüm benzerleri gibi o da gerçekte hiçbir şeyden haberi olmayan, bir kez bile “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” diye düşünmemiş, tüm hayatını içgüdüleriyle yaşayan bir hayvan gibi, pozisyon kollamakla geçirmiş bir aptal, bir rezil, iş başvurusu yapsa tek bir şirkete bile kabul edilmeyecek sübvanse bir asalak. Sarı saçlarının altındaki kuş beyninde “Epstein’in köşkünde yediğim haltlar bir gün ortaya çıkacak mı? Beni de vuracaklar mı? İşlediğim onca suçtan ötürü yargılanacak mıyım?” gibi korkularla, bu korkuları kendinden bile gizlemek için yaptığı efelenmeler, aşağılamalar, yalakalıklarının, her zaman ölçüsüzce güldüğü boktan şakalar bir arada dolaşır. Ormanlar kralı Donald Trump baştan aşağı bir saçmalıktır ve aslında o da dahil herkes bunun farkındadır.
Nihayet profesör olan cerrah bir arkadaşım itiraf etmişti: “Bir pratisyen hekimden, hatta üçüncü sınıfa giden bir tıp öğrencisinden daha fazla ne bildiğimi inan bilmiyorum. Sanki bir ara daha çok şey biliyordum ve şimdi bunların çoğunu unutmuşum gibi geliyor. Annem çok güzel tığ işi yapardı ve bir damarı kesip biçerken yaptığım işler bu el becerisinden bana miras kalan basit bir nitelik sadece. Eminim ki annem benden daha iyi yapardı cerrahlığı ama benim şu anda elde ettiğim saygının binde birini bile görmeden yaşadı ve öldü.”
Felsefe profesörü bir başka arkadaşım, “Derslerimi bir gece önce içtikleri içkinin etkisiyle boğuşarak geçiren yüzlerce haylaz öğrenciye vaaz okumanın zor bir yanı yok. Ama bazen, nadir de olsa, açığımı arayan çok zeki bir öğrenci çıkar bir çelişkimi yüzüme vurduğunda rütbeme güvenip onu terslemekten başka şansım kalmaz” demişti.
Bildiğimize herkesin çok emin olduğu konuların çoğunu o kadar da bilmeyiz. Derinlere daldıkça eksiklerimiz hatalarımız dip balıkları gibi ortaya çıkar. Sigarayı masaya bırakıyorsak veya yılların getirdiği rütbelere sahipsek, vurgun yemeden yukarı çıkma şansımız var ama bu şans da sonsuz değil. Dünyadaki tüm “Yetenekli Bay Ripley”lerin evhamlı uyanışlarında her an gelebilecek o anın dehşeti gizli.
Haşmet gözünüzü korkutmasın, emin olun ki sefalet ve haşmet doğru orantılı: Haşmet sefaletin saçma bir makyajı.
“Bir ben var bende benden içeri” diyen, bununla da yetinmeyip “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.” diye ekleyen bir Yunus’umuz var bizim. Daha ne olsun?


