Cinayet önümüzde, birkaç metre ötemizde işleniyor; duymadık görmedik deme şansımız yok. Kurtuluş yok. Kurtulan kurtulmuyor, yalnızca saf değiştirmiş oluyor. Öteki tarafa geçiyor, kıt aklının taşıyabileceği kadar azabı yanında götürerek.

Şair sözüdür “Bıçak Kemikte...”

Yanıyor dünya. Yandığı, alevlerden, yoğun dumandan, ayyuka çıkan çığlıklardan, karanlığın içinde saklanan kundakçıdan belli. Sanki yerine gökdelen dikilecek eski bir konak yanıyor. Kentin parıltılı caddelerinde ipek kravatlı, kaşlarının birisi hafifçe yukarıya kalkık adamlar dolaşıyor. Koşarak uçaklarına yetişiyor, çantalarını bizinıs klasın geniş koltuklarının altına yerleştiriyor, zarif pardösülerini, ağır paltolarını hosteslere veriyorlar. İnce uzun kadehlerde sunulan şampanyalarını içiyor, ceplerindeki en gizli kararların kopyalarını, istihbarat örgütlerinin niyete göre yazılmış raporlarını yokluyorlar. Uçakların küçük pencerelerinden aşağıya bakıyor, gittikçe küçülen insanları zevkle seyrederken göklere yükselen alevleri, gittikçe kararan dumanın arkasında belli belirsiz görünen korunaklı siteleri hayranlıkla izliyor; büyük çok büyük, hiç yıkılmayacakmış gibi görünen kâşanelerin müştemilatlarını, saray yavrusu evleri, paylarına düşecek villaları düşünüyorlar. Yanıyor dünya. Yoğun dumanın arkasındaki karanlık bir köşeden tanklar, cemseler sökün ediyor. Savaşı kazanan başkan kahkahalarla alay ediyor düşmanıyla; “ne oldu sana ha ne oldu sana” diye gülüyor. Havada bomba taşıyan “insansızlar” dolaşıyor; askerler birbirini öldürürken, sessizce bekleyen, sonra ateşkes isteyen, yalnızca ben karar veririm diyen “barışçı” insansız lider düşman kardeşleri karşısına almış oturuyor yuvarlak masada.

ŞİRKETLER VE DEVLETLER

Büyük bir yapıya doğru ilerleyen karanlık adamlar dehlizlerden geçiyor. Silahlarına susturucu takıyor, boynuzlu tuhaf şapkalarıyla faşizmin yeni şarlatanları, “QAnon” düzenbazları, Beyaz Ev'den çıkmak istemeyen, sivri tırnaklarını oval ofisin perdelerine geçirmiş lidere güvenerek basıyorlar Capitol’ü. Oysa şaşkın lider onları gözünü kırpmadan satıyor. Bir başka köşesinde dünyanın, “imparatorluğun” son emirleri okunuyor. Bizınıs yolcusu siyo sırıtarak anlatıyor yanına “ilişmiş” yandaş gazatacıya; “Boşuna mı bu kadar fon? Devlet bütçedir mi diyorsun sen hâlâ, al sana bütçe.” Sırıtıyor sonra, “Bak, devlet şirketleşmişse şirket de devleşmez mi, bütçe dediğin sanal ya da gerçek paranın seyahatidir, patronlara vergi indirimidir, inerçıkar dövizin karıdır. Senin arkadaşların üçlü beşli çete diye dalga geçiyorlar ama.” “Haşa” diyor gazatacı “Ayrı dünyaların insanlarıyız biz onlarla.” Gülüyor janti prens; “Şu pandemi Allah’ın emri ama sunulmuş bir fırsattır anlayana.” “Biliyorum” diye yol açıyor prensin diline gazatacı, kendi patronun bu yeni “şirket-devlet, devlet-şirketteki” yerini konuşacak biraz sonra, ona hazırlanıyor.

Dünya yanıyor. Resmi rakamların gizlediği pandemi kurbanlarının milyonları aştığını biliyoruz artık. Bu toplu kırım, bu seri cinayetlerin failleri, zamanımızın kundakçıları yangını “sürü yöntemiyle çözdüklerini” söylüyor, “sistemin mantığı böyledir” diye anlatıyorlar. “Aslında bu bir devrim” diye yaltaklanıyor gazatacı.

Dünya yanıyor, teknoloji, cinayeti evlerin içine soktu. Kaçacak yerimiz yok artık. Katliamı beyaz camdan izlemenin huzursuzluğu ile gözyaşlarıyla, ahla vahla kurtulmak imkânsız. Büyük savaşlarda ölenler, Hiroşima, Nagazaki bizim için yalnızca sayılardan ibaretti. Olanın bitenin bilincine varabilmek için birilerinin bize anlatması, soyut olanın somutluğunu kafamıza sokması gerekiyordu. Şimdiyse cinayet önümüzde, bir kaç metre ötemizde işleniyor; duymadık görmedik deme şansımız yok. Kurtuluş yok. Kurtulan kurtulmuyor, yalnızca saf değiştirmiş oluyor. Öteki tarafa geçiyor, kıt aklının taşıyabileceği kadar azabı yanında götürerek.

Yanıyor dünya. Bir ara alevlerin neredeyse uçağın kanatlarını yaladığını sanıp irkiliyorlar; gazatacı, rejim prensleri, bizinıs klas yolcuları, sonra on bin metre yüksekte olduklarını hatırlayıp rahatlıyorlar. Yapı değişti, gazatacının dediği gibi adeta “devrim” oldu. Yüzlerce binlerce “şirket-devlet” memuru çoklu ve yüksek maaşlı bordrolarına şükrederek, “dağıtım işlerini” yönetiyor, “Geçmediğim köprünün parasını neden ben ödüyorum?” diye sorana “Geçseydin sen de” diye sırıtarak yanıt veriyorlar. Bir yandan da işlerinin ne kadar zor olduğunu düşünüyor, yerini sağlam tutmanın yolunu arıyorlar; prenslik de bir yere kadar, garanti istiyorsan tehditle karışık şantajın keyfini sürecek, risk alacaksın. Sadakat önemli bir “haslettir” ama bedeli, rayici de yüksektir. Yarın işler değiştiğinde, mademki “devlet-şirket, şirket-devlet” dönemine geçilmiştir, onun da kendi kuralları yok mu? Anlıyor gazatacı; söylenmeyenin sır dolu hikâyesini biliyor, zaten hep böyle yaşıyor, arşivinde hep kötülük biriktirerek öz köşk, hep köşk, hep saray olmanın böylece ömrünü uzatmanın ustasıdır o.

KURTULUŞ VAR MI TEK BAŞINA?

Dünya yanıyor, “Yeryüzüne inmeyecek, hep uçacak mıyız?” diye soruyor yolcular. “Yakıtı bitmiyor mu bu uçağın?” Ekonomi sınıfının yolcularından bir ekonomist “Kandıramazlar bizi” diye fısıldıyor yanında oturan yolcuya. “Nereye gittiğimizi bilmiyorlar ama biz biliyoruz. Öyle kararlamasına gidiyor bu uçak. Yakında bitecek yakıtı. Büyük bir gürültüyle zorunlu bir iniş yapacağız yeryüzüne.” Öndeki yolcu kulak misafiri oluyor; “Peki ne olacak dünyamıza bundan sonra?” Yanıt, “Yaşamaya, doğayı kurtarmaya bakacağız, çünkü insanlar değişip değiştirmezlerse dünya savaş tanrılığına uygun görülmüş çorak Mars’a dönecek” oluyor.

“Peki, bedeli?” diye soruyor öndekinin yanındaki. Sonra onun yanındaki de karışıyor söze; tuhaf konuşuyor. Sanrılar içinde, şair gibi biri konuşuyor; “Değişecek her şey” diyor. “Hayatın canlı imgelerle zenginleşmiş yeni bir resmini yapacağız, eski defterlerdeki hikâyelerimizi yeniden okumamız, yeniden yazmamız gerekecek, unutulmaya yüz tuttu çünkü şimdi onlar, bu karabasandan nasıl kurtulacağımızın işaretleri o hikâyelerin içindedir. Büyük zorbalığı, ortaklarını, ruhlarımıza işlemiş teslimiyeti, tevekkülü, ölümü kanıksamış yılgınlığı yenmek için yeniden kitaba döneceğiz. O kitap insanın eyleminden söz ediyordu hatırlayın, düşünüp duran filozofları bırakın diyordu, sürekli değişen koşullar içindeki bilinçli insanın eyleminden söz ediyordu. Bu insan dediği, bilinç dediği kimdi o hikâyenin? Biz değil miyiz?”

Coşuyor şair, ayağa kalkıyor, “Olanı biteni iyice kavradığımızda yapılacak iş kendi hikâyemizle ayağa kalkmaktır.” Hasan Hüseyin’in olağanüstü şiirini hatırlıyor birden: “Bıçağın kemikte olduğunu görmektir, ancak o zaman çürüme iflas belirtileri gösteren o muhkem görünen yapıyı dönüştürebiliriz. Dünya öznesini, fiilini arıyor, biziz o özne, o fiil” diyor. “Bıçak kemikte” diye bağırıyor sonra.

***

Bizınısın perdesi açılıp kapanıyor. Hostes sessizliğe çağıran hastane hemşireleri afişindeki gibi parmağını dudaklarına götürüp, biraz da gülümser gibi “Biraz yavaş” diyor. “Rahatsız mı olmuşlar” diye gülüyor şairin yanındaki yolcu, mesafeyi biraz daha kısaltarak hostese doğru. “Dinliyorlar, hep dinlerler. ‘Big data’ havuzu yaptılar, topluyorlar, sonra satıyorlar ya bizim profilimizi, alışkanlıklarımızı, eşimizi dostumuzu” diyor arkalardan birisi. “Boşverin” diyor biraz şaire benzeyen şair, “Dinlesinler, duysunlar zaten, söyleyeceğimizi daha yüksek sesle söyleme zamanı geldi çünkü bıçak kemikte. Bu uçak inecek biraz sonra yeryüzüne, bütün uçaklar iner, havada kalan uçak yoktur. Hazırlanın az zaman kaldı. Birbirinizi bilin, hayatı kutsayın, çünkü yangın var her yerde, yolu tıkayanları tanıyın, dünya yanıyor...”

Sonra susuyor bir an, ayağa kalkıyor, öne doğru yürüyor, “Kara göründü” diye bağırıyor: “Bıçak kemikte... Bıçak kemikte...”