Google Play Store
App Store

Adaletsizliğin batağında, haksızlıklar karşısında sanatçının konumu ne olmalı? Toplumsal direnişin yükseldiği şu günlerde sanatçı ve direniş. Haksızlık karşısında sanatçının sorumluluk alması kaçınılmaz mı? Sanatçı direnişini nasıl gerçekleştirmeli? Biz sorduk, onlar yanıtladı.

Sanatçı ve direniş

ÖZGE DOĞAR: SANAT DALLARI TOPLUMSAL DİRENCİ BARINDIRIR

“İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır.”

J. P. Sartre’ın bu sözü romanlarımın kurgularında bana yol gösterici olmuştur. Elbette kendi gerçeklerinden bağımsız bir yazar düşünemeyiz ama toplumsal gerçeklikler, siyasi atmosfer yazarı bir duruş sergilemeye iter. Bundan da hiçbir yazar kaçamaz. Çünkü yazar da toplumsal bir alanda yaşar ve yazar. Haksızlığın hukuksuzluğun adaletsizliğin olduğu bir toplumda yazar ne yazarsa yazsın kalemi o yöne doğru gidecektir. Ben çocuk kitabı yazıyorum zaten, diyerek kendini dışlayamaz. Çocuk ona adaletin ne olduğunu sorar ve sorgular. Cevabını alamadığı yazarı kendinden görmez. Oysa sanat dallarının hepsi özünde toplumsal bir direnci barındırır ve hep güzeli, iyiyi, aydınlığı arar.

Kitaplarımızla, yazdıklarımızla biz sırça köşkünde oturan prens ve prensesler değiliz, kitaplarımızla insanlara yoldaşlık ediyoruz ve yol arkadaşlarıyız. İyi bir yol arkadaşı patikada düşmememiz için elimizi tutar. Birbirine destek olur ve birbirinden güç alır. Bugün görevimiz ayakkabı yaparak direnç oluşturmak mı, yoksulluğa karşı mücadele etmek mi, kadınları feodal zincirlerinden kopamamış eril dünyada savunmak mı, doğa katillerine savaş açmak mı, pati dostlarımızı ve suçsuz bebekleri gözü dönmüş canilerden korumak mı, ırkından dininden mezhebinden renginden ötürü yaşam hakları elinden alınan insanların yanında olmak mı? Dünyada olup bitenlere karşı hangi yazarın kalemi tarafsız kalabilir ki… Bazen yazarak bazen sokakta, ama haksızlığın olduğu yerde direnmenin hakkımız olduğunu bilerek, düşmemek için birbirimizin ellerini artık tutmak değil kenetlememiz gerekiyor.

ÖZGE DOĞAR

ERENDİZ ATASÜ: MUHALEFETİN TÜMLENMESİNDEN BAŞKA BİR YOL YOK ÖNÜMÜZDE

Haksızlık karşısında kendini bilen tüm yurttaşların duyarlı olması gerekmez mi? Kendi dalım olan edebiyat üstünden konuşayım. Biz yazarların kalemimizden başka silahımız yok. Kalem bize, sınırlı da olsa sesimizi duyurma imkânını sağlıyor. Elbette yazar kamu vicdanını yaralayan olaylarda bu imkânı kullanmalı. Kullanıyor da zaten, çoklukla.

Bugün gönül ister ki tüm siyasal ayrışmalar, bireyin beden ve özel yaşam dokunulmazlığının ve emeğinin -din, ırk, milliyet, cinsiyet, cinsel tercih,  sosyal statü ve sınıf ayrımına bakılmaksızın- değerli olduğu ön kabulüne dayalı bir ortak temel üstünde çeşitlensin. Son günlerdeki kamu vicdanını yaralayan uygulamalara karşı, bu ortak temelde buluşabilmiş yüzlerce yazarın imzasıyla bir bildiri yayımlandı; açık alanda basına ve kamuya duyuruldu; ayrıca Silivri mahpusu, haksız yere tutuklanmış gençler ziyaret edildi.

Yeterli mi? Değil. Kaba güç kullanmaya kararlı resmi otorite öyle bir etmendir ki, ona karşı, bireylerin tek başlarına, ya da küçük gruplar halinde karşı çıkışları kamu vicdanını doyuramaz. Gerçekten de muhalefetin tümlenmesinden başka yol yoktur.

Yazarın aydın kimliği ile sanatçı yaradılışını biraz ayrı düşünmek gerekir. Edebiyat eseri -gerçekten edebiyat ise ve lise kompozisyonu değil ise- uzun soluklu bir emek sonucunda doğar; oysa acil durumlar acil tepkiler talep eder ve tepkiyi veren, yazarın “aydın yurttaş kimliğidir”. Eserinde toplumsal bir eleştiri dile getiriyorsa, yazar bunu kendi meşrebince yapacaktır, çünkü edebiyat bir yanıyla toplumsal, bir yanıyla fevkalade özneldir.

Yurttaş kimi kez tepkiyi sadece aydınlardan bekler. “Aydın” dediğimiz gökten zembille inmez; sadece malumat sahibi olmakla da aydın olunmaz. Aydın dediğimiz birey, cehaletten sıyrılmaya gayret etmenin insan onurunun ayrılmaz bir parçası olduğunu kavramış kişidir; Kant’ın meşhur deyişini tersinden okursak, aklını kullanmaktan ve vicdanını dinlemekten ürkmenin bir tür onursuzluk olduğunu hisseden kişidir, aydın. Dilerim aydınlarımız bol olsun.

ERENDİZ ATASÜ

GÖNÜL KIVILCIM: UMUTTAN YANA YÜZÜNÜ ÇEVİRMEK BİR DİRENİŞTİR

Sanatçının hakikat karşısında konumlanışına geçmeden önce, ilk başta, insan olarak sorumluluğumuzdan söz etmek istiyorum. Düşüncenin sırtını ister Sartre’a ister Levinas’a yaslayalım, insan olarak başkaları bizi ilgilendirir. Onların başına gelenler, onların acıları, onlara yapılan haksızlık beni de bağlar ve belirler. Bu ahlaki bir sorumluluktur.

Haksızlık karşısında Başkası’na karşı sorumluluğumuzu nasıl yerine getireceğiz? Hayır, başarıya yönelik bir sorumluluk değil aklımdaki. Çalıştığımız firmanın hedeflerine ulaşması için ya da çocuğumuzun istediği özel okulu kazanması için sorumluluğumuz değil. Sistemin unutturmaya çalıştığı bir ahlaki sorumluluk var ki o insan olanın içini hep yakacak. Nedir o? İnsan onurunu ayaklar altına alan haksızlıklar karşısında ses çıkarmak.

Hepimizin içini yakan bir şeyler var. Bir sokak çocuğunun çatısızlığı, eşitsizlikler karşısında hissettiğimiz suçluluk, kadın olarak bütün yeldeğirmenlerine karşı direnişimiz. Unutmamakta direnmek birinci adım. İnsan unutmaya meyilli çünkü. Aslında yazar kamuoyu vicdanına baskı yapmak için oturmaz masa başına, amacı bir hikâye anlatmaktır ama vicdanı varsa bu zaten kendiliğinden gelir. Kaldı ki son romanımda ben de bunu birebir yaşadım, kendimi böyle bir yazının içinde buldum. Yoksul bir mahalleye kendi yağlarında kavrulmaya çalışan insanları yerleştirirken umudun ne kadar önemli olduğunu, yok olmanın uçurumuna gelmişken umutsuzluğa razı gelemeyişin ne kadar insanca bir duruş, hatta bir direniş olduğunu gördüm. Ve farkına vardım ki ben aslında direnişin romanını yazıyorum. Bu bağlamda son romanım Küçük Umutlar bir direniş romanıdır. Sesiz kalmaya mahkûm insanların umuttan yana yüzünü çevirmesi bir direniştir. Borç peşinde bir bakkalın, yıllarca kocasına boyun eğmiş bir kadının, evine baskın yiyen bir yazarın küçük duruşlarla ben varım dedikleri bir roman Küçük Umutlar. Benim kahramanlarım yok oluşa içlerinden gelen bir güçle boyun eğmediler büyük büyük şablonlarla değil.

GÖNÜL KIVILCIM

BUKET UZUNER: HAKSIZLIKLARI GÖRMEK VE GÖSTERMEK ZORUNDAYIZ

Norveç’e yirmili yaşlarımda Mikrobiyal Ekoloji öğrenimi için gittiğimde sadece iki Norveçli yazar tanıyordum: Henrik İbsen ve Knut Hamsun. Üstelik Norveç diline ve kültürüne ta 1920’de Nobel Edebiyat Ödülü armağan eden Knut Hamsun’ın Açlık romanını annemlerin kuşağı da Türkiye’de lisede okumuştu. Ben bu bilgilerle Norveçli sınıf arkadaşlarıma hava atacağımı sanırken, yazarın adını andığım her yerde suratlar asılıyor, hemen konu değiştiriliyordu. Kısa bir süre sonra, Thomas Mann’den Kafka’ya Hermann Hesse’den Gorki’ye kadar pek çok yazarı etkilemiş bu önemli sanatçının, kendi ülkesini de işgal etmiş Naziler’i alkışlamış, milyonların katili Adolf Hitler için: “o insanlık için bir savaşçıydı, tüm uluslar için adalet müjdesinin peygamberiydi” diyebilmiş bir zavallı olduğunu öğrenmiştim. Hayattayken, kendi milleti tarafından yargılanan, kitapları yakılan, hastaneye kapatılan, bir yazar için en büyük ceza olan sevilmemeyi ve sayılmamayı yaşayan Hamsun 1952’de 92 yaşında öldükten ancak 57 yıl sonra 2009’da hakkında yeni kuşaklarca festivaller düzenlenmeye başladı.

Yani sorunuzun yanıtı: hayatı, insanı, doğayı, insandışı canlıları yazı, nota, resim, fotoğraf vbg sembollerle anlatmaya gönüllü olan O “sanatçı” denen kişi, kurgularında bile kendini yaşadığı toplum ve dünyadan, zaman ve mekândan soyutlayamaz. Bu nedenle sanatçı, ülkesindeki ve hatta dünyadaki haksızlık, adaletsizlik ve zulmü mutlaka görür, bilir. Fakat bunları görmezden gelip, gelmeyeceği kendi ahlakına/ etik anlayışına yani çıkar ve ideolojisine bağlı tercihidir. Tıpkı Knut Hamsun’da olduğu gibi.

Sanatçılar, toplumun hayallerini, sevdalarını, korku ve umutlarını sembollerle anlatmaya, yani hem kendi halklarına hem de insanlığa dolaylı yollardan ses olmaya gönüllü kişilerdir. Haksızlıkları görmek ve göstermek de bunun doğal bir parçasıdır.  Tabii sanattan asıl anladıkları ve hedefleri ün ve zenginlik, kişisel çıkar ve ayrıcalıklı yaşam olmayan gerçek sanatçılardan bahsediyorum.

BUKET UZUNER

ZEYNEP GÖĞÜŞ: SANATÇININ SİNAMEKİSİ OLMAZ

Yazar olarak yeni dünyalar kurguladığımıza göre hayata karşı ahlaki bir sorumluluğumuz olduğunu söyleyebiliriz. Haksızlıklara karşı durmak sanatçı karakterinin mütemmim cüzü gibi bir şey. Bunu ayrılması mümkün olmayan bir karakter özelliği diye kabul edersek, ki benim için öyle olması gerekir, sanatçının elini taşın altına koyması kaçınılmaz. Sanatçının sinamekisi olmaz, ne kokar ne bulaşır birinin kumaşında sanatçılık yoktur. Kalem ya da fırça tutan elini korkak alıştırırsan cesaretin yok demektir ve sıradanlık sınırları içinde gezinip durursun. Sanatçı cüretkârlığını toplumsal olaylarda da göstermek durumunda.

Sanatçılar toplumda güç sahibi oldukları için iktidarlar ilk onların sesini kesmek ister. Bu simgesel gücünü işgalciden yana, faşizmi desteklemek için kullanan, oradan nemalanan işbirlikçi yazarlar da olmuş geçmişte, daha da olacaktır. Tersten görüş isterseniz, Tocqueville 1856’da yönetenlerin ne kitap okuduğunu, ne de edebiyatçıları tanıdığını, dolayısıyla yazarların politik bir etkileri olmadığını söylemiş. Hâlâ böyle düşünenler var, entelektüeli küçümseme faaliyetinin kökü de burada. Buna katılmıyorum, dünya kamuoyu Türkiye’de bugün yaşananlar için siyasilerin değerlendirmelerini değil edebiyatçıların söylediklerini birinci derecede inandırıcı buluyor. Yazarın etkisi dolaylı gerçekleşir. Sanatçı sorgulayarak, ön yargıları sarsarak zaten her daim teyakkuzda. Bugünün direniş ortamında ise karanlıkta kalanı göstererek normal zamanlardan daha cesur olmak zorundayız.

ZEYNEP GÖĞÜŞ

AYŞEN ŞAHİN: SANATÇI GÜCÜNÜ MUTLAK TOPLUM LEHİNE KULLANMALI

Sanat kelimesinin sözlük anlamı: 1-Bir duygunun, tasarımın, güzelliğin vb dışa vurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü. 2.Bu yöntemlerle ortaya konulan üstün yaratıcılık.

Tanımı bu olan bir mesleği gerçekleştirmeye niyet etmişseniz, toplumun ortak duygularından bihaberseniz, dışa vurumdan uzaksanız mesleğin hakkını veriyor olmanız mümkün mü? Her şey bir yana, dümdüz bir meslek gibi ele alındığını düşünelim sanatçılığın, sanki geniş kitlelere hitap etme, büyük bir etki alanına sahip olma gibi vasıflardan uzak olduğunu varsayıp yorumlayalım dersek de, bugün 3 masalı bir restoranın, 10 metrekarelik bir bakkalın, mahalle içi bir tuhafiyenin bile batma riskini göze alıp destek olmaya çalıştığı boykotta, toplumdaki her gelir grubunun tavır almaya çalıştığı koşulda, bir meslek grubunu bundan azade tutabilir miyiz? Hangi meslek bunca ayrıcalıklı sayılabilir?

Sanatçının elinde yaratıcılık kozu, bilinirlik imkânı ve geniş kitleleri etkileme gücü varken, bunu toplum lehine, kamu yararına kullanmayı tercih etmemek, mesleki bir tavır olarak değerlendirilemez ancak insanlık onuru, toplumsal sorumluluk, duyarlılık adına bireysel bir tutum ve itibar kaybıdır.

Sanatçının işi yaratıcılığını ve yeteneğini konuşturmak. İşini ne kadar iyi yaparsa o iş o kadar fazla kitleye ulaşıyor, tarihe geçiyor, gelecek nesillere kalıyor ve alkış alıyor. Ne kadar sanatçı varsa o kadar yöntem var.

Şimdilerde hiçbir yerde kayıtlarına rastlanmayan, İkinci Dünya Savaşı’nda rögar kapaklarından otobüs duraklarına çıkıp 1-2 dakikalık ajit-prop oyunlarını sergileyip yeniden lağım kanallarında Nazi’lere yakalanmadan kaybolmayı başaran Kızıl Fareler tiyatro grubu var mesela. Dönemin Yahudileri’nin yollarını gözledikleri, bir tutunacak dal gibi gördükleri büyük iş başarmış ve sonrasında izlerine rastlanmamış bir ekip.

Ya da Gezi’nin Duran Adam’ı mesela.

Bir performans gerçekleştirip tüm ülkeye yayılan bir pasif direnişin önünü açtı. Kim dokunabilirdi eyleminin suçsuzluğuna?

Etrafımızı kahır, keder, baskı, şiddet sardığında kitlenin hep bir ağızdan okuduğu şiirleri ya da söylediği marşları düşünün. Sanatçı, ister mesleğiyle ilgili üretimle direnir isterse sair bir yurttaş olarak kitlenin arasına kaynar ve eylemin görünürlüğünü artırır, farklı kitleler nezdinde meşruiyetini ispatlar.  Ama illaki işe yarar. İşe yaramayana da sanatçı denir mi onu artık tarih bilecek.

AYŞEN ŞAHİN

BELGİN BIYIKOĞLU: DİRENİŞ ARACIMIZ KENDİ YARATIM GÜCÜMÜZDÜR

Haksızlıklar karşısında sanatçının sorumluluk alması kaçınılmazdır. Sanatçı yaşadığı çağın tanığı ve topluma ayna tutan kişisidir. Güçlü sezgileri , bilgi birikimi, içselleştirdiği evrensel değerlerle  yaşadığı çağda gördüğü haksızlıklar karşısında sessiz kalmaz, kalmamalıdır.

Direnişin şekli; sanatçının kimliği, sezgileri, eğitimi, çevresi, fiziksel özelliklerine bağlı olarak değişebilir. Bu bazen Emile Zola’nın Dreyfus davasını konu alan Gerçek romanında yaptığı gibi edebi bir eser bırakmak, bazen Picasso gibi iç savaşı anlatan bir Guernica tablosu yapmak bazen Halide Edip gibi kadının geri planda olduğu bir toplumda bile işgale karşı meydanlara yüzbinleri toplayarak Milli Mücadele fitilini ateşleyenlerden birisi olmak şeklinde olabilir. Sanatçı bazen de sadece bir ortak bildirinin altına imza atarak dayanışmanın, direnişin bir parçası olabilir.

Sanatçının elindeki en değerli direniş aracı, kendi yaratım gücüdür. Bu, kitlelerin ruhundaki duyarlılığı besleyen bir beste; film, roman, öykü, karikatür olabilir. Tam da bu noktada, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal gibi zulme karşı durmanın bedelini ödeyen buna karşılık gönüllerimizdeki yerini sağlamlaştıran yazar ve şairlerimizi saygıyla anmadan geçemeyeceğim. Diğer bir husus da sanatçının, haksızlığa karşı tepkisini ortaya koyan diğer kesimlerinden daha ayrıcalıklı bir konumda olmadığıdır. Fiziksel durumu el veriyorsa toplumsal muhalefetin, dayanışmanın olduğu meydanlarda da olabilmelidir. Orada olamıyorsa da en azından sosyal medya üzerinden fikirlerini, düşüncelerini paylaşabilir.

BELGİN BIYIKOĞLU