Seçimlerin gösterdiği-göstermediği

Seçimler geçti gitti. Yok, geçti tamam, ama gitti mi bilmiyorum. Daha üzerinde epeyce tepineceğiz, yorum yapacağız, hata kimde, sorumlu kim, hangi liderler siyaset topunun ağzında dedikoduları ayyuka çıkacak; epeyce malzeme birikti siyaset magazini için. Ama daha ciddi yorumlarla karşılaşma ihtimali de yok değil. Gerçekten neden böyle oldu, işin sınıfsal boyutu nedir, ekonomik durumla ilgili tahlillerin hangisi karşılaştığımız durumu açıklamakta işe yarıyor, bakacağız artık.

Umarım farklı yorumlarla, analizlerle karşılaşırız, ciddi tartışmalar olur, durumu anlamak anlayabilmekte zorluk çeken biz kafası karışık okurlar, gerçeği arayan yazarlar olarak bu tartışmalardan yararlanırız. Böyle bir tartışmaya malzeme olabilecek kimi değerlendirmeler çıkmaya başladı bile.

Okuduğum değerlendirmelerin bir ortalamasını, sık yinelenen tezlerden bir genellemeyi alayım da kafamdaki soruları ortaya dökme fırsatı bulayım ben de. En sık yinelenen tez, ekonomide bir krizin olmadığı, bu nedenle iktidarın başarısının kolayca açıklanabileceği tezidir. “Kriz olsaydı, diyor bu tezin sahipleri, iktidar öyle kolayca, (aslında öyle kolayca olmadı, kavga keskindi, seçim sandığındaki fark da çok büyük değildi) zafer kazanamazdı.” Kriz var mıydı yok muydu meselesini şimdilik atlayalım. İkincisi de sanırım buna bağlı “istihdam artıyor” tezidir ki doğal olarak “kriz yoksa, istihdam artıyorsa iktidar zaten seçimi havada karada kazanırdı, kazanmadı mı yani?” diyenlere “o kadar da kolay kazanmadı, fark o kadar büyütülecek bir fark değildir” diyerek inat edeceksek, ki etmeliyiz, bu meseleyi de krizle beraber sona bırakalım. 

Bir diğer tez, “AKP seçmenin dar gelirlilerden, yoksulardan tarım kesiminden, işçilerden vd oluştuğu ve bunların da iktidar tarafından enflasyona karşı korunduğu, bu nedenle de seçimlerde bu kesimlerin rahatça AKP’yi seçtiği, muhalefetin yoksulluk edebiyatına kanmadıkları” tezidir ki, beni benden alıyor ve ben de “peki muhalefete oy veren öteki yüzde 50’lik kesim zenginlerden mi oluşuyordu, bu kadar milyon zenginimiz var mı bizim” münafık sorusunu pek beğeniyorum. Hepsi zengin ya da çoğu okumuş beyaz yakalı mı bu muhalifler. Nüfusa vurduğumuzda bu muhaliflerin içinde de hiç değilse bir miktar yoksul yok mudur yani? Ayrıca sayıları azaldıkça servetleri artan kesimin kimi desteklediği sorusunu da unutmamak gerekmez mi? Kitlelerin desteğini kazanmakla ideolojik varoluşun birbirinden farklı, birbirine yüz seksen derece zıt ve yabancı olabileceğini düşünmek daha doğru olmaz mı? 

Bir diğer teze geçelim. O da son zamanların en çok tartışılan düşük faiz - yüksek faiz meselesidir. Biliyoruz, “faizler düşecek bu ekonomi biliminin olmazsa olmaz kuralıdır” söylemi üzerinde çok duruldu. Çok tartışıldı; sık sık düşük faiz politikasının halkçı bir politika olduğu, neoliberal politikalarla bir ilgisinin bulunmadığı da savunuluyor. Münafıklar da “tamam da nerede bu düşük faiz, hangi bankada, hangi tefecide? Yoksa yalnızca sanal dünyada ‘politika faizi’ni düşürerek, öteki faizleri hızla tırmandırarak, bir anlamda post-truth marifeti ile gizleme-gizlenme manevrası, dümeni olmasın” demekteler. Neden olmasın, ama eğer faizler gerçekten düşüyorsa, hiç değilse tüketici faizleri düşse de zor durumdaki AKP seçmeni, esnaf biraz rahat nefes alsa. Tabii bu düşük faiz - yüksek faiz meselesi bir kere tartışılmaya başlanırsa işin içinden çıkmak zor oluyor. Hemen arkasından “sol niye bu faiz meselesine karışıyor ki, kapitalizmin derdi niye solu geriyor, niye ‘Merkez Bankası (MB) bağımsız olmalıdır’ diye tutturuyor bu akılsız sol; sosyalizmde bağımsız merkez bankası mı olur, sosyalizmde yasama yürütme ve hatta yargı merkezileşmez mi?” diye zor bir sorular dizisiyle karşılaşınca, her konunun kendi koşulları içinde tartışılması gerek diye düşünürken kendi kendime, “sus bu işe karışma, adın Avrupa solcusuna çıkar, en azından teoriyi ciddiye almamakla suçlanırsın” diye de mırıldanıyorum. İçsesim “sosyalist bir ülke olsaydık, genel ilkelere göre işleyen sosyalist bir ekonomide yine ilkelere bağlı ama araçları kullanmada bağımsız bir MB iyi olmaz mı?” diye söylenip duruyor. Tabii bilemiyoruz, büyük iktisatçılarımız bilir.

Bu karışık konular arasına bir de Kur Korumalı Mevduat (KKM) diye bir icat çıkarıldı ki değme iktisatçı içinden çıkamıyor. Kimileri “bu yeni icadın neoliberal politikalarla ilgisi yoktur açıkça bir devlet müdahalesidir ki bu nedenle ona neoliberal diyemeyiz” diye kitaptan okurken, münafık takımı “bu açıkça servet transferidir, neoliberal politikalarda devlet müdahale etmez diye bir kural yoktur” diye işi yokuşa sürüyor. Neoliberal ya da özgün adıyla monetarist politikalar en iyi astığı astık kestiği kestik darbe dönemlerinde piyasa yapmıştır. Milton Friedman nam keferenin adıyla anılır ki en iyi Şili’de Pinochet denilen şerif-i naşerif bir generalin devlete el koyduğu dönemde uygulanmıştır; bizde de devr-i Süleyman’da çıkarılmış 24 Ocak kararları adıyla anılır. Resmen IMF - Dünya Bankası politikaları olarak tüm ülkelere dayatılan bu politikaların uygulanmasında zorluk çıkınca, darbeci generaller “susun ulan, neoliberal politikalar uygulanacak nokta” demediler mi? O eski günleri unutmak mümkün mü? O günlerde şimdi iktidarın “entel dantel” diyerek sarakaya aldığı kesimin şimşeklerini üzerimize çekmedik mi, alaycı bakışlarının hedefi olmadık mı? 

Şu başta atladığımız “kriz var mı - yok mu?” tartışmasına geri dönelim. Eldeki veriler liranın değersizleşmesi dövizde yükselme yani yerli paradan kaçışın hızlanması bir finansal krizin olmazsa olmaz işareti değil mi diye başlayabiliriz belki. Finansal kriz toplam üretimi, yatırımları, tüketimi ve siz aksini söyleseniz de işsizliği artırmıyor mu? Enflasyonun ışıltılı gözlerle önlenememesi, ücretlerin maaşların enflasyonla yarışamaması, alım gücünün düşmesi, yılda bir kez çıkması gereken bütçenin sık sık yenilenmesi, döviz kurlarının neoliberal politikalar gereği serbest kalması gerekirken bağımsız olamayan MB eliyle denetim altında tutulmak istenmesi, kitapsız uygulamaların hız kazanması, sürekli olmayan kaynaklardan döviz pompalanarak döviz fiyatlarının artmasının önlenmek istenmesi, ama bunun da pek işe yaramaması, kasanın sıfırlanmasına yol açması gibi kimi belirtileri biz kriz olarak adlandırıyoruz. Derseniz ki “yok, kriz böyle olmaz”, tamam deriz, peki öyle olsun, ama unutmayın ki bunun bir adım ötesi ekonomiyle sınırlı kalmaz, siyasi sonuçları olur o zaman da topyekûn bir bunalımdan söz etmek zorunda kalırız ki, bir vakit çaresi bulunmaz deyince de biz, seçim sonuçlarını gösterip bıyık altından gülmüyorlar mı? 

Yanıtı olmayan ya da yanıtında anlaşamayacağımız bir diğer şehir efsanesi de sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkan “eski rejimin yabancılaştırdığı muhafazakâr kesimle bir türlü barışamayan cumhuriyet aydını” klişesidir ki, iddiaya göre seçim sonuçlarını belirleyen ana etmen de budur. Bu klişenin doğum tarihi cumhuriyetin ilk yıllarına kadar gider. Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanı bu tür bir tasvirin adeta özeti gibidir. Memleketi kurtarmak isteyen bürokrat aydın “kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat”tır. Yaban, cumhuriyeti kuran sivil asker aydın kesim ile halkın arasındaki uçurumu anlatır. Tez sahipleri bu uçurumun hiç kapanmayacağını, işin baştan yanlış olduğunu savunurlar. Nihayet İdris Küçükömer Hoca’nın aslında bir tartışma metni olan Düzenin Yabancılaşması ile tez kutsal kitabına kavuşur. Arada pek çok anlatı, pek çok hikâye, sonuncusu kerameti kendinden menkul, pek çok siyasiyi ve nedense aydını etkilemiş Fethullah’ın siyasi ayağı hâlâ derinlerde olan beyhude girişimi olmak üzere pek çok silahlı darbe var. Ama anlatılan hikâye değişmiyor; eski rejim dindar halkla bir türlü barışamıyor, daha doğrusu bu halkın değerlerini bir türlü benimseyemiyor, kısaca laiklikte ısrar ederek, sosyal krizin nedeni olduğunu bir türlü kabul edemiyormuş. Bu saldırgan teze göre aslında çözüm bellidir: Laiklikte ısrar yararsızdır. Türkiye coğrafi olarak ait olduğu bölgeye ideolojik olarak da dönmeli, bu anlamsız çatışmayı bitirmelidir. Ne müthiş bir tez ama, öyle değil mi?

••• 

Bu kavga bitmez. En azından son seçimin güçler dengesinin sağ kanadının, artık cesareti cisimleşmiş tarikat kesimiyle, şeriatçı partilerle güç kazansa da muhafazakâr ideolojinin zaferini müjdelemediği bir gerçek. Tam tersine öteki yüzde 50’nin giderek daha solda, daha sağlam zeminlerde kitleselleştiği, örgütlenme çabasının güç kazandığı iddiası kolayca üstü çizilebilecek bir iddia değildir. Ama unutmamalı, seçimi oyları azalsa da devlete iyice yerleşmiş parti ve lideri kazandı. Eğer somut politikalarla yola çıkılırsa bu durum değiştirilebilir; hatalardan ders çıkartılabilirse, sağa doğru gidilerek sağı yenmenin mümkün olmadığı anlaşılabilirse kuşkusuz.

Bu değerlendirmeyi iyimser bulanlar olabilir, ama ben de zaten her koşulda iyimser olmakla meşhur değil miyim?