Şehirleri rantla kuşatmak
Kenti ve belleği korumak isteyenler ile şehri tarumar ederek kapitalizmin dümen suyuna sürüklemeye uğraşanlar arasındaki çatışma, Atayurt’un anlattığı hikâyenin özü. Başka bir deyişle zamanın ruhuna uyum ile direniş gerilimi.

Ali BULUNMAZ
Kent; insanın kök saldığı, hafızasını oluşturduğu, yaşamaya uğraştığı ve bazen de birinden diğerine göçtüğü bir mekân. Aynı zamanda kapitalizmin oyun sahası, şantiyesi, yıkım ve inşaat sahası. Bu yıkım ve inşa, bir yandan insanlara yeni “yaşam alanları” açarken diğer yandan doğal yaşamı örselerken hem doğa hakkını hem de kent hakkını gasp ediyor. Şehri geri almak için girişilen mücadeleler de oyunun kurucuları ve yöneticileri tarafından ‘gayrimeşru’ ve ‘yasa dışı’ sayılıyor.
Kent hakkının ihlal edildiği en önemli eylemlerden biri olan dikey mimari, yeni bir “estetik” yarattığı gibi taptaze barınma sorunları doğuruyor. Dolayısıyla yukarıdakiler (kente tepeden bakanlar), vahşi kapitalizmin işleticisi ve emlakçısı hâline gelirken aşağıdakiler gadrine uğradığı sistem tarafından âdeta nesneleştiriliyor.
Ulus Atayurt, ‘Akbabalar ve Köstebekler’de Barselona’da, İstanbul’da, New York’ta ve Bodrum’da gerçekleştirdiği yürüyüşler sırasında, kapitalizm ve finansallaşma arasındaki ilişkiyi emlak piyasası, kent ve barınma hakkı üzerinden kurarken yaşadığımız ve yaşayabileceğimiz krizlere dikkat çekiyor.

Makrokosmosta bir mikrokosmos olan şehirler, aynı zamanda bir mücadele alanı; belleği ve mekânları kuşatan kapitalizm, sınırlarını genişletmeye çalışırken onu reddedenler daha fazla kamusallık için uğraşıyor.
Kenti ve belleği korumak isteyenler ile şehri tarumar ederek kapitalizmin dümen suyuna sürüklemeye uğraşanlar arasındaki çatışma, Atayurt’un anlattığı hikâyenin özü. Başka bir deyişle zamanın ruhuna uyum ile direniş gerilimi: Hafızanın, kültürün ve mülkün kazınmasına karşı gelenler ile bunu ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeye yeltenenlerin birbiriyle mücadelesi… Yazar bu manada Barselona’dan, İstanbul’dan, Bodrum’dan ve New York’tan kent hikâyeleriyle çıkıyor karşımıza.
Söz konusu hikâyelerde kent hakkı ön planda; şehirde özgür şekilde yaşamak, barınmak ve toplumsal hayata karışmak isteyenler bir tarafta, yukarıdakilerin yaşam alanını onların arzuladığı şekilde genişletmek isteyenler ise diğer tarafta: “Bir yandan kooperatifin nefis şerbetinden servis ederken tıpkı sınıf bilincini basitçe ‘zenginler ve biz’ diye dile getiren on dokuzuncu yüzyılın Londralı seyyar satıcısı, İspanya İkinci Cumhuriyeti’nin onurlu işportacısı ya da ülkelerini terk etmek zorunda kalmamak için Dakar’da örgütlenen yoldaşları gibi meseleyi basitçe özetliyor: Toplum bizi baskı altında tutarken iktidar sahiplerine her daim daha fazla ayrıcalık tanıyor. Amacımız dayanışmacı sosyal ekonomiye yapacağımız katkılarla bu durumu tersine çevirmek.”
Kentleri sarıp sarmalayan ekonomik ve kültürel sorunların yanında, mikro milliyetçiliğin de önemli bir mesele hâline geldiğini hatırlatıyor Atayurt. Bunun önce mikro, ardından makro faşizme dönüşerek rantçılıkla el ele verdiğini yakın geçmişten örneklerle ortaya koyuyor. ‘Kentsel dönüşüm’ün, aslında bir rant paylaşımı olduğunu ve evlerine el konanların yaşam alanlarından uzaklaştırıldığını, daha doğrusu sürüldüğünü gösteriyor bu örnekler.
İnsan-mekân ve insan-insan ilişkisinin, kent kültürünü yaratmadaki önemini vurgulayan Atayurt, bu zinciri koparan kapitalizmin finans ve emlak piyasası marifetiyle dal budak saldığını hatırlatıyor. Böylece yerinden etme, ‘dönüşüm’ ve ‘yeniden inşa’ olarak makyajlanıyor. Şirketler, hem hafızayı hem de insanları sürgüne yollayarak kent hakkını gasp ediyor. Barselona’da pandemi günlerinde bir duvara yazılan cümle her şeyin özeti gibi: “Kapitalizmin mahkûm ettiği yalnızlıktan daha beter bir virüs yok.”
Kazananlar ve kaybettiklerimiz
Kapitalizmin zigguratları olan gökdelenler ve yüksek binalar, barınma hakkını sekteye uğratıyor. Atayurt, piyasa-konut ilişkisini yorumlarken hem bu durumu hem de kuşatmayı anımsatıyor: “Günümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında barınma hakkı ile ilgili örgütlenmeler hızla yükselse de İspanya, Almanya gibi barınma hakkına odaklanan toplumsal hareketlerin çığ gibi büyüdüğü ülkelerde, hükümetler piyasayı ürkütmeyecek utangaç adımlar atsa da toplumun baskın düşünceleriyle uyumlu şekilde konutun alınıp satılan, kiralanan bir meta olması, ikametin karşılığının ücretli emekle verilmesi, uzun yıllara yayılan konut kredileriyle hayatlara zincir vurulması kanıksanmış görünüyor.”
Atayurt’un üzerinde durduğu bir diğer mesele, “Emlak sektörü halkın konut ihtiyacı nedeniyle mi zincirlerinden boşanırcasına büyüyor?” sorusuna dayanıyor. Her şeyin finansallaştırılıp metalaştırılması, beri yandan yukarıdakilerin hep daha fazlasını istemesi, sektörün alıp başını gitmesinde önemli rol oynuyor. Sosyal konutların satılması ve arazilerin lüks konutlar yapılmak üzere şirketlere devredilmesi de konunun bir başka yönü.
Kentleri ve yaşamı, özgürlükten ve keyiften uzaklaştırıp ranta ve paraya (çalışmaya ve tüketmeye) indirgeyen sistemi sokaktan yansıyan hikâyelerle çözümleyen Atayurt, gözetim ve denetim kapitalizminin bize neyi kaybettirmek istediğini, Ernst Bloch’un sözüyle anımsatıyor: “Kaybın en trajik biçimi, güvende olmanın değil; her şeyin farklı olabileceğini hayal etme yetisinin kaybıdır.”
Bloch’un dedikleri kentler, barınma hakkı ve çalışma düzeni için de geçerli; hayatın değerini kavramak, dayanışmacı ekonomiyi hayata geçirmek ve kent hakkını geri almak için düşünürün sözünün derinliğine inmek gerek. Atayurt, Bloch’a şöyle bir destek atıyor: “Para eğer sabit öze sahip bir varlık değil de sosyal bir ilişkiden ibaretse o ilişkiyi insanlık yararına yeniden kurgulamak da bizim elimizde.”


