Sen’in karanlığı
Putin basına yaptığı bir konuşmada Avrupa’nın “lider ülkesi” Almanya için, “Amerikan kuklası bir devletçik” deyiverdi. Rus liderin öfkesinin gerisinde, Almanya’nın 1945 sonrası kökleşen askeri doktrinini (“pasif savunma”) değiştirmesi, ordusuna 100 milyar avro ayırması –tüm bunları elbette Rusya’ya karşı yapması- ve NATO’nun 75. yıl toplantısında alınan karar gereği topraklarına Amerikan Tomahawk füzelerini yerleştirmeye onay vermesi yatıyordu. “Kukla” ve “devletçik” sözü işte bundandı.
Yeni seçilen –ve bu ara yanı başında Haniye’nin öldürülmesi nedeniyle- prestiji epeyce hasar alan İran’ın “Türk” kökenli taze Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan yaptığı bir açıklamada, “Avrupa ile iyi ilişkilere sahip olmak istiyoruz” dedi ama “bir şartı” vardı: “Kendilerine atfettikleri ahlaki üstünlüğü bir kenara bıraktıkları takdirde..”
Nedir bu Avrupa’nın üstünlüğü, köklerini nereden alır, 500 yıllık sömürgecilikten mi, ilk üniversitenin bu kıtada doğmasından mı, ta 1640’taki İngiliz sanayi devriminden mi, sınırsız buluşlardan mı, aydınlanmadan mı, ilk anayasacılık hareketlerinden mi, Fransız Devriminden mi, Napolyon’un askeri dehasından mı, neden? Sorular da, yanıtlar da çok ve hatta sınırsızdır.
∗∗∗
Avrupa, her kesimde farklı duygular uyandırır. Bu, hayranlıktan başlar nefrete uzanır; genellikle bunlar iç içedir. Avrupa’ya çoğun insanın ilişkisi aşk ve nefretin bir bileşkesidir. Dünyanın her yerinden mültecilerin ölümü göze alarak Avrupa’ya yığılması boşuna değildir. “Bizim devrimciler”in, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 1990’larda ülkeyi terk etmek zorunda kaldıklarında –Varşova’ya, Tiran’a, Moskova’ya değil- İsviçre’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye gitmesini başka nasıl açıklarız? (Burada ta 1950’lerde üstelik bir gemiye atlayarak Moskova’ya giden Nazım’a -onu yaşatan Genco’ya- bir selam çakalım mı?).
Yaklaşan bir felaketin eşiğinde -ve Avrupa üç çeyrek yüzyıldır kabul ettiği tüm değerleri bizzat kendisi çiğnerken-, Avrupa Amerika ve NATO taşeronluğuna soyunmuşken, ortada artık o eski Avrupa adına bir şey kalmadığını düşünmek kaçınılmazdır. Fransa’da şu sıralar devam eden yaz olimpiyatlarında, çeşitli ülkelerden yüzücülerin yüzdükleri Sen nehrinin karanlık suları kadar, Avrupa’nın üstünlüğünün aşındığını gösteren başka bir simge herhalde olamaz. Yok olur, daha iki gün önce Manchester’de mültecilere ait bir hoteli –1993 Sivas Madımak’ı gibi- yakan aşırı sağcılar da pekâlâ iyi bir simge aslında.
Putin’inki gibi küçümseme, Pezeşkiyan’ınki gibi ihtiyat, en az mülteciler ve onları artık o topraklarda istemeyen Meloni, Le Pen’in, Orban’ınki gibi endişe, Amerikan’ınki gibi “ileri karakol” bakışı, Avrupa’nın işte bu çelişik, karmaşık, parçalı yapısından gelir. Ancak şu aralar –dünyadan çok Avrupa için- “büyük geri tepme”den bahsediliyor. Bu, 1960’lar sonrası bu kıtaya egemen olan “sosyal devlet”in tasfiyesini, temel hak ve özgürlüklerin neredeyse sona ermesinden doğmuştur.
∗∗∗
Ama aslında “göğün altında” yeni bir şey yoktur. Avrupa’nın son 500 yılda –sayısını bilemediğimiz- “yeni” bir kuruluşu olan- 1945 sonrası, bir kere daha ve yine eşitsizlikler üzerinde kurulmuştu. Böyle bir imparatorluğun yıkılmasından doğal ne olabilir.
Sen nehrinin karanlık ve paslı suları, içinde tertemiz başlıkları ve bantları ile yüzücüler, ona verilen o eski adla, “Karanlık Kıta”nın 21. yüzyılın başındaki “üstün” bir temsili gibidir. Avrupa’nın ve dünyanın nereye gideceği- önümüzdeki bir-iki on yılda pek belirsizdir ve belirsizlik her zaman kötü bir şey olmayabilir.