Sermayenin halka düşmanlığı
Gelir, vergi, kamu harcamaları oranlarını dikkate aldığımızda, Türkiye’de hem ücretler, hem vergiler hem de vergilerin geri dönüşleri bize sınıf savaşının tek yönlü şekilde ilerlediği açık bir tablo sunuyor: Patronların karı için giderek daha az ücret alıyoruz, daha fazla vergi ödüyoruz, daha az hizmet alıyoruz.
Yusuf Tuna Koç - Araştırmacı
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçenlerde yaptığı bir konuşmada, “servet düşmanlığına asla izin vermeyeceklerini” söyledi.
Bu konuşmanın yapıldığı ülkede, hali hazırda “servet sahipleri” Türkiye’deki zenginliğin yarısına yakınını elinde bulundururken, çoğu tek bir çalışanından dahi daha az oranda vergi ödüyor. Nüfusun üçte birinin asgari ücret civarında maaş alırken -bu sayede- 2024 yılı raporlarına göre dolar milyoneri sayısını en çok artıran ülke oluyoruz. Üstelik 7’den 70’e çalışıyoruz. Bir gün 74’ünde bir emeklinin, öbür gün 15 yaşında bir çocuğun iş cinayeti haberi geliyor. Sefaleti ağırlaştırma adımlarını, halk düşmanlığına halktan rıza üretme politikası izliyor:
“Allah'ın izniyle bizi sizlerden hiçbir zaman kimse ayıramayacaktır. Sermaye düşmanlığı yatırım karşıtlığı yapanlara da asla fırsat vermeyiz.” (Tayyip Erdoğan, 26 Temmuz 2024)
Bu dostluk, küresel raporlara da yansıyor. Türkiye, dünyada servet ve vergi dağılımının en eşitsiz olduğu ülkeler arasında başlara oynuyor. Özal dönemiyle başlayıp AKP ile devam eden süreçte sermaye sınıfının bütçe içerisindeki yükü azaltılıp, halk sınıflarından dev boyutlarda sermaye transferi yapılıyor. Patronlara getirilen vergi afları, barışları, kesintiler, iflas göstermeler ile birlikte şirketlere yönelik kurumlar ve gelir vergilerinin bütçedeki payı giderek cılızlaşırken, yükü ise maaşıyla çalışan emekçilere kesiliyor. Emeği ile geçinen kesimlerin hem ücretleri azalıyor, hem vergi yükleri artıyor hem de alabildikleri kamusal hizmetler giderek daha fazla cılızlaşıyor. Bu trend, her ne kadar tüm dünyada 70’ler ortasında başlayan neoliberal dönemin tüm dünyaya armağanı olsa da 24 Ocak kararları-12 Eylül ile birlikte kapitalizmin o günkü aşamasının pilot ülkelerinden olan Türkiye’de bugün de dünya ortalamasına kıyasla ‘marjinal’ denebilecek bir eşitsizlik yaşanıyor.
Üstelik bu ‘marjinallik’ pandemi sonrası üretimin kimi sektörlerde daraltıldığı, Avrupa ve Orta Doğu’da sıcak, Pasifik’te bir soğuk savaşın yaşandığı, enflasyonun tüm dünyada ‘yeni normal’ olarak tartışılmaya başladığı bir dönemde kaydedildi.
Bu durumu rakamlara dökebilmek için, son birkaç yılda yayınlanan bazı raporlarda Türkiye’nin gelir ve vergi adaletsizliği ve sınıfsal uçurumdaki konumuna bakacak olursak;
■ UBS 2024 Küresel Servet Raporuna göre, Türkiye’de 60 binden fazla dolar milyoneri mevcut, önümüzdeki beş yıl içerisinde, Tayvan’ın ardından dolar milyoneri sayısının en fazla artması beklenen ikinci ülke.
■ DİSK-AR 2024 Asgari Ücret Araştırmasına göre ise Türkiye’de asgari ücretin yüzde on fazlası ve altı arasında ücret alanların oranı %37,5. Türkiye aynı zamanda Avrupa ülkeleri içerisinde en düşük asgari ücrete sahip beşinci ülke.
■ Bu ikilemi en iyi açıklayan raporlardan biri; bu yılın USB ve Credit Suisse verilerine göre Türkiye’de en zengin yüzde 1, ülkedeki toplam servetin yüzde 40’ına sahip. Türkiye bu oranlarla, en zengin yüzde 1 ile kalan yüzde 99 arasındaki servet eşitsizliğinde Avrupa birincisi konumunda. Ancak yüzde 5-95, yüzde 10-90 ölçümleriyle İsveç ve Letonya’nın gerisine düşebiliyor. Bu da Türkiye’deki servet yoğunlaşmasının geldiği seviyeyi özetliyor.
■ Türkiye’de sınıflar arası uçurumu yansıtan tek veri gelir dağılımı adaletsizliği değil. Vergi yoğunluğu da MTV, KDV gibi tüketici vergileri ve ücretlerden alınan vergilere yoğunlaşmış durumda. 2023 yılında toplanan vergilerin %65’ini KDV ve MTV oluşturuyor. Temel ihtiyaçları da içeren tüketim bazlı vergilerin toplam verginin üçte ikisini oluşturması, tamamen çalışan nüfusun ücretlerine odaklı bir bütçe yaratıyor.
■ Ücretli çalışanlardan alınan vergiler, KDV ve MTV alınan vergilerin çoğunu oluştururken, Türkiye kar, sermaye ve gelir vergisinde ise OECD listelerinde sona oynuyor. OECD 2022 raporunda şirketlerden alınan kar vergisi %3,38 olarak ölçüldü.
■ Buna karşın emek üzerindeki vergi yükü ise giderek artıyor. OECD’nin 2023 tarihli araştırmasında, emek geliri üzerindeki vergi yükü %38,45. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında bu oran %17,9’du.
■ Gelir ve vergi dengesizliğinin yanı sıra, Türkiye en çok vergiyi aldığı ücretli çalışanlarına, aynı zamanda en az harcamayı da yapan ülkelerden biri. OECD kamu sağlığı harcamalarında Türkiye, son sıradaki Meksika’nın hemen üzerinde yer alıyor. Sosyal harcamalarda da durum aynı şekilde. Üstelik, Türkiye’nin kamu harcamalarına ayırdığı oran her sene giderek daha fazla azalıyor.
Tüm bu grafiklerin gösterdiği üzere Türkiye, gelir dağılımı uçurumunun her geçen gün daha fazla arttığı, bütçenin sac ayaklarını reel ücreti her geçen gün daha da azalan halkın vergilerinin oluşturduğu bir ülkeye dönüştü. Bunun yanı sıra, halkın sırtına bindirilen bütçe içerisinde kamu hizmetlerinin oranı ise günden güne azalıyor. Ancak aynı bütçe kalemleri, sermayeden ve şirketlerden vergi alabilme konusunda ise ‘başarısızlığını’ istikrarla sürdürüyor.
Gelir, vergi, kamu harcamaları oranlarını dikkate aldığımızda, Türkiye’de hem ücretler, hem vergiler hem de vergilerin geri dönüşleri bize sınıf savaşının tek yönlü şekilde ilerlediği açık bir tablo sunuyor: Patronların karı için giderek daha az ücret alıyoruz, daha fazla vergi ödüyoruz, daha az hizmet alıyoruz. Böylece ücret sömürüsü ve vergilerle oluşturduğumuz zenginlik, Türkiye kapitalist sınıfının refah seviyesini artırmak için harcanıyor.
Bu acı tablo geri döndürülemez değil. Fabrikalarda, özel öğretmenlerin direnişlerinde, hayatın her alanında tekil olarak bu düzene baş kaldırıların arttığı bir dönemden geçiyoruz. Ancak şiddeti ve yoğunluğu giderek artan bu sömürü sistemi karşısında, bu servet hırsızlığını ‘rasyonelleştiren’ yaklaşımlardan uzak, neoliberal kapitalizmin kendisini hedef alan bir alternatif siyaseti etrafında birleşerek bu tekillikleri siyasal bir çoğunluğa dönüştürebiliriz.
Şili’de 2019’da meydanlarda “Neoliberalizm Şili’de doğmuştu, burada ölecek” pankartları en öndeydi. Bizim de ülkemize tanklarla sokulan bu ‘rasyonel ekonomiye’, bu sonsuz servet transferlerine son verebilmenin yolu yine kendi birliğimizde.