Sesini duyurma şansı bulamamış acılar
Caner ALMAZ
Pınar Eğilmez’in üçüncü romanı Gece Geçen Gemi özelinde, karakter yaratmak, ailelerimizden kalan manevi miraslar ve toplumsal infial yaratan olayların metinlere etkisi üzerine sohbet ettik.
İlk iki romandan karakterler yüklenen bir metin. Kitabın yazılma hikâyesinden bahseder misiniz? Size bu hikâyeyi yazdıran ve bunu yazmalıyım dedirten ilk anın heyecanıyla hangi duygularla masa başına geçtiniz?
Gece Geçen Gemi’nin karakterleri ilk romanım Uçan Tabut’ta da yer alan karakterlerden. Ama her romanım kendi içinde kurgu bütünlüğüne sahip. Okur isterse direk son romanımı okuyabilir. İsterse üçünü istediği sıra ile okuyabilir. Bununla hedeflediğim; okur romanımda bir karakteri sevdiyse, o karakterin başka bir dönemine bir diğer romanda ulaşabilmesi.
Gece Geçen Gemi’yi yazmaya kavram olarak “ziyan olmak” üzerinde durduğum bir dönem başladım. Ziyan olmak nedir? Ne olursa ziyan olmuş sayılırız? Bir gözlemci yoksa ziyan olmamış mı sayılırız? Sahile cesedi vuran Aylan Bebek vardı. Hatırlar mısınız? Bu çeşit hızla yayılan, konsantre acı enjekte etme gücüne sahip ve rahatımızı bozmadan vicdanımızı üzerine boşaltabileceğimiz haberlerde kolaylıkla galeyana geliyoruz. Bağırıp çağırıp isyan ediyoruz, sosyal medya gönderileri altında birbirimizle kavga ediyoruz. Sonra ne oluyor? İyi bir insan olduğumuzu hissedebiliyoruz ve bir süre susuyor iç huzursuzluğumuz. Ama biz o gece uyurken Aylan gibi binlerce bebek boğuldu, öldürüldü, istismar edildi. Hiçbirini görmedik. Biz görmediysek yoklar mı? Varlardı. Hepsi bizler uyurken gece geçen birer gemi. Demek istediğim içimizi hafifletebilmek için tek bir olay üzerinden sağladığımız deşarj bizi genele körleştiriyor. “Şuraya dön, şunu gör, bağır” deniyor sanki bize, biz de bağırıyoruz. Niçin? Kendimiz için. Ben Gece Geçen Gemi ile sesini duyurma şansı bulamamış acıları okurla buluşturmaya çalıştım. Bunu yaparken de amacım asla ‘Ey okur, hadi bunları da gör ve şimdi bunlar için de bağır!’ değildi. Amacım Gece Geçen Gemi üzerinden okurun kendi acısını görebilmesi ve kendi acısı ile temas edebilmesi. Çünkü bütün iyileşmelerin ön koşulu kendinle temas ve çoğumuzun hayatı kendimizden kaçmakla geçiyor.
Hikmet ve Füsun karakterleriniz ekseninde pek çok yan hikâye okuyoruz kitapta. Bu karakterlerinizin de önceki kitaplarınızdan yeni romanınıza geçtiğini görüyoruz. Yazar olarak yazma rutininize dair sormak istediğim şey bir karakter yaratırken dikkat ettiğiniz ve öncelediğiniz noktalar neler?
Gerçekçi karakterler olmaları hedefim. Birinci tekil şahıs anlatısını seven bir yazarım. Bu anlatı, yüzeysel karakter özellikleriyle yazılmayı kaldırmaz. Karaktere nefes aldırman gerekir. Bunu başardığımı ne zaman anlarım? Okur, karakter hakkında ne hissedeceğini şaşırdığında! Benim karakterlerime hayran da olunmasın, nefret de edilmesin, kahramanlarım ceplerinde kendi anti-kahramanlarını taşısınlar isterim. Böylece gerçek bir karakter yazdığımı düşünürüm.
Romanda pek çok alt başlık var. Kadına yönelik fiziki ve psikolojik şiddet, çocuk istismarı, aile travmaları, göç konuları bir çırpıda aklıma gelen başlıklar. Gündelik yaşam ve içinde bulunduğumuz toplum yazma eyleminizi nasıl etkiliyor?
Etkilenmediğimi sanarak gündemden bağımsız bir kurgu yazmaya oturmuşken, bir bakarım ki geçen iki seneden çok etkilenmişim. Toprak koşullarından etkilenmeyen bitki olur mu? Mümkün değil. Mesele bu etkilenme ile ben ne yapıyorum? Yeni bir düşünme biçimi geliştiriyor muyum? Bu biçim, seçimlerime yansıyor mu? İşime ne katıyorum? Etkilendiklerimden hangi formülü üreterek insanlara fayda sağlıyorum? Her romanımla yeni bir formül üretemiyorsam, boşa yazmışımdır.
Hikmet aile içi istismara maruz kalmış bir karakter. Hayatını bu gerçekle yaşamaya çalışıyor. Hayatla bağını koparmışken ve insanlarla temas dahi edemezken sıcak bir kucaklaşma onu yaşama döndürüyor. Fakat o sonrasında kendini yoldan çıkartmayı başaracak şeyler yapıyor. Kendi hayatlarımızı kontrol etme noktasında yaşamlarımızı rayından çıkartacak şeyleri neden yaparız?
Öz sabotaj diyorum ben buna. Hayatını düzene sokabilmen için; asgari düzeyde kendini sevmen gerekir. Sana el uzatanlarla karşılaştığında; özünde kendinden nefret ediyorsan, devreye öz sabotaj girer. Burnunu kendi elinle tutup bokun içine yeniden sokarsın. Hikmet, ailesini içselleştirmiş bir karakter. Artık yoklar ama o anne-baba imgelerini kendi iç sesi yapmış, bünyesinde yaşatıyor onları. Dolayısıyla kendinden nefret ediyor.
Füsun karakterinin senelerdir görmediği babasıyla olan ilişkisini yeniden tesis etme çabası çok insani bir çaba ve bunun her iki taraf için de farklı zorluklarını görüyoruz metinde. Anne ve babalarımızın bize maddi şeyler haricinde bıraktığı manevi miraslar hakkında neler söylemek istersiniz?
Füsun ve babasının çok benzer arızaları var. Bizim de kendi anne babalarımızla çok benzer arızalarımız var. Asla ailesine benzemediğini iddia edenler, gittikçe yükselen bir dozda anne babaları gibi davranıyorlar ve daha da direnir anlamazlarsa, birebir onları eleştirdikleri yerden aynı hataları yapıyorlar. Bir nevi “yeter artık gör yahu” ekseninde hayat ona göre organize oluyor. Nereden mi biliyorum? Bilmem, acaba nereden.
Kitaptaki Gerilla Deniz Kızları hikâyesi insanın ikiyüzlülüğünü çok güzel aktaran mitolojik bir bağıntı niteliğinde duruyor. Diğer yandan da çok konuşulan Baby Reinder dizisine de göndermeler olan kısımlar var. Hem geçmişten hem de güncelden besleniyorsunuz. Dönüp dönüp geçmiş hikâyelere bakmamızın sebebi sizce nedir?
Ne yazarsan yaz gerek tarihten gerekse güncelden bir şeylere mutlaka gönderme yaparsın. Anlata geldiğimiz her şey 8-10 konu üzerinde döner. Bu hiç değişmez. Böyle düşünürsek güncelde hiçbir şey üretmememiz gerekir çünkü anlatılabilecek her şey, en iyi şekilde çoktan anlatıldı. Ama bizler güncelde yepyeni bir şey anlatmak için üretmeyiz. Üslup için üretiriz. Okura dokunan konu değil üsluptur. Okur konuyu zaten bilir. Okura kelimeleri kullanış biçimin üzerinden dokunursun. Kelimeler seslidir ama üslup dediğimiz kelimelerin arasındaki mesafelenme sessizdir. İşte tam da o sessizlikten yani üsluptan, okurun içinde kelimesiz bir yerle bağlantı kurarsın. Konu değil bağ üretiyoruz.
Peki niçin bu bağı üretiyoruz? Çünkü hepimiz yalnızız ve bu bağlar ile birbirimizin elinden tutmuş oluyoruz. Peki okur eskiden yazılmış bir sürü muazzam eserin elini tutsa olmaz mı? Olur ama yetmez. Okurun ruhu der ki; tam da şimdi, benimle aynı çağda yaşayan sen tut elimi, bu maceradan tam da şu anda birlikte geçiyoruz. O beni ister ben de onu.
Bu romanda doğup da hikâyesini yazmak istediğiniz başka bir karakteriniz oldu mu? Aklınızda şu karakterin hikâyesini yazmam gerekli dediğiniz karakter hangisi? Okurlarınız bundan sonra sizden nasıl bir hikâye okuyacak?
Gece Geçen Gemi’de baş karakterlerden Füsun’un ev arkadaşı var Didem. Yazsam onu yazardım ama yazmayacağım. Bu üç roman bir çeşit atipik üçleme olarak burada bitecek. Yeni sulara açılma arzusu var içimde. Didem’de aklı kalanlar ise ilk roman Uçan Tabut’a göz atabilir. Didem orada uzunca anlatıyor hikâyesini.