Seviyor muyum, sevmiyor muyum?
Geleneksel romantizmin dışına çıkan, izleyicisini duygusal anlamda sürprizlerle şaşırtan, sevdiğim alternatif aşk filmlerini derledim.
Bir zamanlar papatya falında ‘seviyor, sevmiyor’ diyerek bir başkasının kalbine bakardık. Şimdi ise ‘seviyor muyum, sevmiyor muyum?’ diye kendi içimize dönüyoruz. Aşk artık bir muammayı çözmekten ziyade, kendi hislerimizin derinliklerinde yol almak gibi geliyor bana. Belki de asıl mesele, bir başkasının sevgisini ölçmek değil, kalbimizin hangi duygunun kıyısında durduğunu anlamaktır.
Her yıl 14 Şubat’ta kutlanan Sevgililer Günü, uzun yıllardır romantik ilişkilerin ve çift olmanın yüceltildiği bir gün olarak hayatımızda yer alıyor. Ancak zaman değiştikçe, bu özel güne yüklenen anlamlar da dönüşüyor. Toplumsal dinamikler, bireysel tercihler ve ilişki anlayışındaki evrim, geleneksel romantizm anlayışını sarsarken, Sevgililer Günü de yalnızca çiftler arasında kutlanan bir gün olmaktan çıkıyor. Artık bu gün, arkadaşlığı, kolektif bağları ve en önemlisi bireyin kendisiyle olan ilişkisini kutladığı bir fırsata dönüşüyor.
Hollywood da bu toplumsal dönüşümü görmezden gelmiyor. Özellikle son yıllardaki romantik yapımlarda, orta yaş üstü kadınların bağımsız yaşamları, ilişkileri ve tercihlerine daha fazla yer veriliyor. Geleneksel ilişki normlarının değişmesi, kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanması, kariyerlerini önceliklendirmeleri ve evlilik kurumunu sorgulamaları, aşk ve ilişkiler dünyasında yeni bir dönemin kapısını aralıyor.
Kadınların eğitim seviyesinin yükselmesi, iş hayatındaki varlıklarının artması ve toplumsal cinsiyet rollerine dair farkındalığın gelişmesi, evlilik yaşının ilerlemesine ya da bekar kadın oranının yükselmesine sebep oluyor. Artık pek çok kadın, hayatını bir partnerle paylaşmak yerine, kendi ayakları üzerinde durmayı ve bireysel özgürlüğünü önceliklendirmeyi seçiyor. Hal böyle olunca, Sevgililer Günü’nün geleneksel anlamı da bu dönüşüme ayak uyduruyor. Bir zamanlar yalnızca romantik partnerlere adanan bu gün, artık bireyin kendine şefkat göstermesi, kendi mutluluğunu ve özgürlüğünü kutlaması için de bir fırsata dönüşüyor.
Peki, bu değişim, geleneksel ilişki modellerinin sonunu mu işaret ediyor, yoksa toplumun gelişen yapısına ayak uyduran yeni bir anlayışı mı? Bu da başka bir zamanın tartışma konusu olarak burada dursun…
FİLMLERLE AŞKIN FARKLI YÜZLERİ
Sevgililer Günü denince akla genellikle klasik romantik filmler gelir: Before Sunrise, The Notebook, Amélie ya da Pride & Prejudice gibi. Ancak böylesine duyguların zirve yaptığı bir gün, daha farklı, daha derin ve hatta bazen tuhaf bir aşk hikayesiyle de kutlanabilir. Geleneksel romantizmin dışına çıkan, izleyicisini duygusal anlamda sürprizlerle şaşırtan sevdiğim filmleri derledim.
SIGHTSEERS (2012)
Ben Wheatley’nin yönettiği bu film, oldukça farklı ve kara mizah dolu bir aşk hikayesi sunuyor. Film, karavan tatiline çıkan bir çiftin romantik kaçamağının nasıl bir dizi cinayete dönüştüğünü anlatıyor. Karavanlarıyla turistçilik oynayan katil bir çiftin kanlı bir kara komedisi. Yönetmen Ben Wheatley´nin turist kataloğu güzelliğinde filmin arkasına yerleştirdiği huzurlu ve ezberlenmiş İngiltere görüntülerinin iki ana karakter ile kana bulanması tüm algıları allak bullak ediyor. Filmin finali için bile izlemeye değer.
WRISTCUTTERS: A LOVE STORY (2006)
Bu, klasik bir 'aşk hikâyesi' değil ama yine de sevgi, kayıplar, affetme ve yeniden başlama temalarını ele alarak çok farklı bir aşk anlayışını vurguluyor. Wristcutters: A Love Story, aşkı, karanlık ve absürd bir dünyada bile var olabilen bir duygu olarak sunuyor.
Film, depresyon ve intihar temalarıyla karanlık bir ton taşısa da, tüm bu negatiflik ve karamsarlık içinde umut ve aşkı keşfediyor. Yönetmen Goran Dukić'in bu karanlık komedi ve dramayı harmanladığı film, intihar sonrası bir tür cehennem olan paralel bir dünyada geçen bir hikayeyi anlatıyor. Ana karakter Zia (Patrick Fugit), intihar ettikten sonra kendini bir tür 'yapmak zorunda olduğu işler' listesine sahip bir dünyada buluyor. Burada, hepsi bir şekilde intihar etmiş kişiler arasında ilişkiler kurulur ve Zia, eski kız arkadaşı Desiree'yi (Leslie Bibb) aramaya başlar. Bu yolculuk sırasında, Zia ve Mikal (Shannyn Sossamon) arasında beklenmedik bir bağ gelişir. İkisi arasında kurulan ilişki, bir yandan kayıpların ve yanlışlıkların etrafında dönerken, diğer yandan birbirlerine duydukları derin sevgi ve bağ ile şekillenir. Film, aşkı, ölümün ve kaybın yoğun bir biçimde harmanlanmış olduğu bir ortamda, hayatta kalanların bile yeniden sevme kapasitesine sahip olduklarını gösteriyor.
COLD WAR (2018)
Paweł Pawlikowski’nin bu başyapıtı, kesinlikle bir aşk hikâyesi, ancak bu hikâye pek bir farklı şekilde işleniyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen, iki insan arasındaki tutkulu, ama aynı zamanda yıkıcı ve imkansız bir ilişkiyi anlatan filmdeki, Zula (Joanna Kulig) ve Wiktor (Tomasz Kot) arasındaki ilişki, müzik ve siyasi baskıların gölgesinde gelişiyor, ve ikisi de birbirlerine âşık olsalar da, aşkları sürekli olarak zaman, mesafe ve politik engeller tarafından sınanıyor. Film, aşkı yalnızca romantik bir bağ olarak değil, aynı zamanda kişisel özgürlük, kaçış ve kimlik arayışıyla bağlantılı bir tema olarak ele alıyor. Zula ve Wiktor, sürekli olarak birbirlerine geri dönseler de, geçmişlerinden, birbirlerinin zayıf yönlerinden ve sosyal baskılardan kaçamıyorlar. Bu nedenle, Cold War, belki de aşkın yıkıcı doğasına dair en sade ama en güçlü anlatımlardan birini sunuyor. Cold War’daki aşk hikâyesi, sıradan bir mutlu son arayışından çok, hayatın zorlayıcı gerçekleri ve iki insanın birbirlerine duyduğu sevdanın, tarihsel ve kişisel engellerle nasıl şekillendiğini gösteriyor. Film, aşkı arayış, kayıp ve hatıraların birleştirdiği bir duygu olarak sunuyor.
NEVER LET ME GO (2010)
Film, yarattığı yeni imkânsızlık meseleleriyle son derece orijinal bir hikâyeye sahip. İnsan ömrünün 100 yılın üstünde tutmak için sadece organ donörü olan insanlar üretilmiştir ve bunlar dış dünyadan soyutlanarak yaşamaktadırlar. Yoğun bir atmosferi olan ve üç donör arkadaşın hikayesine odaklanan film son derece ilginç bir dram. Bir bilimkurgu ve distopya çerçevesinde anlatılsa da temelde bir aşk hikâyesi barındıran film, Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından uyarlanmıştı, organ bağışçısı olarak yetiştirilen klonların hayatlarını ve duygusal dünyalarını konu alsa da tüm bu karanlık ve trajik atmosferin içinde, Kathy (Carey Mulligan), Tommy (Andrew Garfield) ve Ruth (Keira Knightley) arasındaki aşk üçgeni hikâyenin duygusal omurgasını oluşturuyor. Özellikle Kathy ve Tommy’nin ilişkisi, kaderleriyle yüzleşmek zorunda kalan karakterlerin duygusal derinliğini ve aşkın kaçınılmazlığını vurguluyor. Film, aşkı bir umut ya da kurtuluş yolu olarak değil, insan olmanın en temel deneyimlerinden biri olarak ele alıyor. Evet, bir aşk hikâyesi ama mutlu son bekleyen izleyiciyi sarsan bir hikâye.
THE ONE I LOVE (2014)
Mark Duplass ve Elisabeth Moss’un başrollerini paylaştığı bu film, hem romantik hem de bilimkurgu unsurları taşıyor. Bir çift, evliliklerini kurtarmak için gittiği bir tatilde beklenmedik olaylarla karşılaşıyor ve birbirlerinin ideal versiyonlarıyla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Bilimkurgu ve gizem ögeler içerse de özünde bir aşk hikâyesi anlatan film, bir terapistin önerisiyle gittikleri izole bir tatil evinde yaşadıkları tuhaf olayları konu alıyor. Başta romantik bir kaçamak gibi görünen bu süreç, aslında ilişkilerini sorgulamalarına ve birbirlerini gerçekten sevip sevmediklerini anlamalarına neden olan bir deneyime dönüşüyor. Film, klasik romantik hikâyelerden farklı olarak, aşkı kimlik, değişim ve beklentiler üzerinden sorguluyor. Sevgilimizin ya da eşimizin 'ideal versiyonunu' tercih eder miyiz? Gerçek aşk, kusurlarıyla birlikte kabul etmek midir? Bu gibi soruların peşine düşen film, izleyiciyi hem düşündürüyor hem de duygusal bir yolculuğa çıkarıyor.
HAPPY TOGETHER (1997)
Wong Kar-wai’nin melankolik ve dokunaklı anlatımıyla, yoğun bir aşk hikâyesini merkezine alan film, Hong Konglu bir çift olan Ho Po-wing (Leslie Cheung) ve Lai Yiu-fai’nin (Tony Leung) Arjantin’de yaşadıkları tutkulu ama çalkantılı ilişkiyi anlatıyor. Bu film, aşkın yalnızca romantik tarafını değil, yıkıcı ve toksik yönlerini de derinlemesine inceliyor. Ho ve Lai arasındaki çekim çok güçlü, ancak bir o kadar da zarar verici. Sürekli ayrılıp barışmaları, kıskançlıkları, hayal kırıklıkları ve umutları, aşkın ne kadar karmaşık ve kırılgan olabileceğini gösteriyor. Wong Kar-wai’nin karakterleri, aşkı bir mutluluk kaynağı olmaktan çok, bir varoluşsal mücadele alanı olarak deneyimlememizi sağlıyor. Dolayısıyla Happy Together, bir aşk hikayesi ama mutlu, tamamlanmış ya da idealize edilmiş bir aşk hikâyesi değil. Aksine, aşkın iniş çıkışlarını, bağımlılığı, kaybetmeyi ve kendini yeniden bulmayı anlatan, hüzünlü ama çok gerçek bir film.
ONCE (2006)
Bu film bir aşk hikâyesini farklı bir şekilde anlatılıyor. John Carney'nin yönettiği bu film, İrlanda'nın Dublin şehrinde geçen, müzikle iç içe geçmiş bir aşk öyküsünü anlatıyor. Film, adeta bir müzikal gibi ilerlese de, ana odak noktasında, iki müzisyenin, 'Guy' (Glen Hansard) ve 'Girl' (Markéta Irglová), arasında gelişen hassas ve samimi bir ilişki var. Filmin özel yanı, aşkın çok daha sade ve gerçekçi bir biçimde ele alınması. İki karakter, birbirlerine âşık olmaktan çok, hayatın zorlukları içinde bir araya geliyorlar. Aralarındaki bağ, müzik ve ortak yaratma süreciyle güçleniyor, ancak bu ilişki romantik bir aşkın ötesinde, daha çok bir keşif, bir destek ve bir anlam arayışı gibi hissediliyor. Filmdeki aşk, birbirlerini tamamlayan iki insanın, duygusal ve sanatsal bir bağ kurarak birbirlerinin hayatlarına dokunmasıyla büyüyor. Ayrıca, Once'daki aşk hikâyesi, klasik 'mutlu son'la biten bir hikâye değil. Film, hayatta bazen duygusal bağların kalıcı olmayabileceğini ama yine de insanların birbirlerine kattığı anıların ve değişimlerin çok değerli olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla, evet, Once bir aşk hikâyesi ama hem büyülü hem de gerçekçi, hayatın içindeki karmaşık duygulara dair çok özel bir anlatı.