Şiddet aracı olarak kamera
Ekim ayında gösterime giren Netflix filmi Woman of the Hour/Günün Kadını, gelirken çıkardığı gürültünün yarısını bile çıkarmadan gündemden düştü. Oysa, son 10 yıldır üretilen benzer filmlerle birlikte rahatsız edici boyutlara ulaşan bir muhafazakar bakışın örneğiydi.
Elindeki fotoğraf makinesi sayesinde genç kadınlara yaklaşan bir seri katille kurbanlarının öyküsünü anlatan filmin muhafakazakârlığı, sanıyorum 'kadının beyanı esastır' ilkesinin önemini vurguladığı için hiç gündeme getirilmedi: Anlatının gövdesinde epey önemli bir yer kaplayan Laura -kurbanlardan birinin arkadaşı olan bir genç kadın-, televizyonda canlı yayımlanan çöpçatanlık programında gördüğü adamın katil olduğuna, programda yarışan Sheryl'e de zarar verebileceğine kimseyi ikna edemez. Kadının tüm muhatapları -sevgilisi, stüdyonun güvenlik görevlisi, karakoldaki polisler- erkektir; Laura'nın beyanına inanmaz ya da ciddiye almazlar. Bu sayede katil, cinayetlerini sürdürür.
Bu çok önemli elbette; gündelik yaşamdan hukuk kurallarına dek tüm toplumsal yapıyı erkek-egemen aklın belirlediği bir dünyada, 'kadının/çocuğun beyanı esastır' ilkesi, çoğunlukla kurbanların tutunabileceği tek daldır. Günün Kadını, bunu çok iyi vurguluyor.
Ama aynı filmin bir yandan da “Onun da o saatte orada ne işi varmış?!” sözünü haklı göstermesi, 'eril muhafazakâr bakış'ı çok güçlü biçimde yeniden üretiyor. Genç kadınların kameranın/fotoğraf makinesinin cazibesine yenildiği filmin baş karakteri Sheryl nasıl kurtuluyor dersiniz? Oyunculuk hayallerine veda edip 'baba evi'ne dönerek! Sheryl bu sayede kurtuluyor, evleniyor, anne oluyor, uzun ve mutlu bir hayat sürüyor...
∗∗∗
Anna Kendrick adlı genç oyuncunun hem Sheryl rolünü hem de yönetmenliği üstlendiği Günün Kadını, bu 'kötü yol' hikâyelerinin ilki de değil, sonuncusu da.
“Şöhrete giden yol, yapımcının/yönetmenin yatağından geçer” sözü, pek çok somut örnek sonucu söylenmiş ve kabul edilmiştir. Bu öyle bir 'herkesin bildiği sır'dır ki, kimse çıkıp da 'soyut', 'hayal ürünü', 'istisna' gibi sözcüklerle etkisizleştirmeye bile çalışmamıştır. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra kapitalizmin yeni bir boyutu dünyayı dönüştürürken bu bedensel sömürü konusunda sayısız roman yazılmış, sayısız film yapılmıştır -tüm bu zihniyetin, yani sömürünün ve bunun sömürü olduğunu söyleyerek yeniden sömürmenin erken tarihli özeti olan What Price Hollywood? (Ne uğruna?, 1932) veya Hell Is a Place Called Hollywood (Cehennem Hollywood Adlı Bir Yerdir, 1950) filmini YouTube'da bulabilirsiniz.
Böyle bir ortamda olması beklenen, bu gerçekliğin değiştirilmesi için çaba gösterilmesidir, değil mi? Oysa biliyorsunuz, Harvey Weinstein adlı 'predatör' yapımcının bulduğu her fırsatta kadın oyunculara karşı cinsel suçlar işlediği ortaya çıkıp da #metoo hareketi başlayana dek kimsenin gıkı çıkmadı; kadınlar sineye çekti, erkekler bıyık altından güldü.
Şimdi çok daha tuhaf bir gerçekliğin ortasındayız: #metoo hareketinin gücü ve etkisine rağmen, 2014 yapımı Starry Eyes/Şeytanın Gözleri'yle başlayan bir süreçte, son 10-12 yıldır “Kızım, ne işiniz var sinemayla, tiyatroyla?! Oturun evinizde hanım hanımcık!” diyen filmlerin sayısında ciddi bir artış yaşanıyor.
Şeytanın Gözleri, oyuncu olabilmek için hem bedenini hem de ruhunu satan bir genç kadının trajedisini anlatıyordu. Model olmak için birbiriyle yarışan, zirveye ulaşmak için her türlü olumsuz karakter değişimini kabullenen genç kızları izlediğimiz Neon Demon/Neon Şeytan (2016) ya da iki genç kızın fantastik karşılaşmasıyla 1960lardan günümüze çok fazla şey değişmediğini anlatan Last Night in Soho/Dün Gece Soho'da (2021) gibi çok sayıda film, Şeytanın Gözleri'nde fazlasıyla sert anlatılan öyküyü yineliyor.
Bu anlatıların hiçbiri gösteri dünyasının egemen üretim sistemine eleştirel yaklaşmıyor. Hepsi de taciz ve istismarı basit bir 'sektör gerçeği' olarak sunuyor: “Ya kabul edip kalırsınız, ya da kaçtığınız hayata geri dönersiniz.” Bu sömürü bir sistem sorunu değil de birbirini kıskanan kadınların sektördeki erkekleri kullanma stratejisinin bir sonucuymuş gibi göstermeye çalışan bu filmlerin merkezindeki söylem şu: 'Kadının en büyük düşmanı yine kadındır' .
Kameranın böyle bir gücü var; kendisini -hem yapım süreçlerindeki sömürü ilişkilerini, hem de fallik ve eril yapısını- görünmez kılabiliyor.