Google Play Store
App Store

Şiirin hâlâ yazılıyor olması, okunuyor olması, konuşuluyor, paylaşılıyor, tartışılıyor olması, onun nasıl da inatçı bir keçi olduğunun delilidir. Şiir kuzu postuna bürünmüş keçidir. Ona da böylesi yakışırdı, metafor olduğu için değil, direndiği, var kaldığı, ve en umutsuz, karanlık zamanlarda bile kıpırtısını sürdürdüğü, mevzisini terk etmediği için.

Şiir, o “hayırsız”

Şiir; okumayan, bir baltaya sap olup da “adam olmayan”, kendisinden bir süre sonra umut kesilip, “bize bulaşmasın da ne hali varsa görsün” denilen, çoğunlukla çocukları sıralı büyüttükten epey zaman sonra dünyaya gelen, “tekne kazıntısı” sayılan, köyün, mahallenin de bi tuhaf baktığı, öyle olunca da kimsenin yüz vermediği, yüzüne bakmadığı, tekinsiz bulunan, kimsenin arkadaşlık etmek istemediği, oyuna almadığı, kıyıda köşede kendi kendine arsız bir çiçek gibi büyüyen, evdekilerin de “Allah’ın ağrına gitmesin ama...” diye başlayıp “atsan atılmaz, satsan satılmaz” diye bağladığı cümlenin faili olan, ciddiye alınmayan, sonunda yalnızlığı seçmek zorunda kalan...

Evin iş güç, meslek sahibi olup bir bir gitmeye başladıktan sonra, gelip gitmeyi azaltan, yaşlılık günlerinde kendi başlarına ayağa kalkıp bir tas suyunu alamayan ana babasına her bakımdan uzak olan, yardımına koşamayan, “kocaldıklarında” fayda umdukları o sevilen çocuklarından umudu kestikleri anda, tam da “evlerin ışıkları bir bir sönerken”, bitiveren, çıkıveren, geliveren o “hayırsız”dır işte!

Küllenmiş ateşi közler, soğuyan ocağı yeniden ısıtır, içeriye çöken karanlığı dağıtır, tarumar olmuş bahçeyi sevindirir, ana babanın gülmeyen yüzlerini güldürür, sözcüklerinin pasını alır, onları yeniden güneşle tanıştırır, son demlerinde “hayırlı” bir evlat olduğunu gösterir.

Peki karşılığında ne bekler, bir şey bekler mi? Beklemez. Her zaman değil, ara sıra da olsa ona gereksinim duyulmasından mutlu olur, yardım istediğinde ânında orada olmanın hazzını duyar. Hazır ve Hızırdır şiir. “Çoklarından düşüyor da bunca” dediği şeydir Behçet Necatigil’in, “eğilip almıyor kimse” kederiyle kaldığı yerden, “solgun bir gül oluyor dokununca” diye sürer onun dizesi. Şiir o gülün canlanmasıdır işte, açması, tazelenmesidir.

İçten yanmalıdır şiir. Sözcükler başka yazılarda cümle olmak için sıraya girerken, şiirin parasız yatılı sözcükleri tutuşur ve tutuşturur. Üstelik kimse yüzlerine bakmazken ve çoktan unutulmuşken kimi sözcükler, küllenmişken duygular, şiir onları ayaklanmaya çağırır. Her zaman ayaktadır çünkü şiir. Ve ayakları geriye gitmez, ileriye gider hep.

Şiirin sözcükleri sonradan silah altına alınıp geçici süreyle direnişe katılanlardan değildir. Varlığı direniştir ve yalnızca sözcükleri değil; noktası, virgülü, hatta boşluğu bile direnişin birer parçasıdır. Sabırlıdır, yazılmayı beklerkenki sabrı okunmayı beklerken daha da artar, sabır anıtı olur çıkar. Binlerce yıldır yeryüzünde olması, hangi dilde ve hangi sözcüklerle söylenirse söylensin, yazılırsa yazılsın, yaşamasını sürdürmesi, dahası yılmaması, sabır kadar değerli başka bir şeyi daha gösterir: Direnci.

Tıpkı herkesin “hayırsız”, bir işe yaramaz olarak gördüğü evladın, sonunda evin, ana babanın yanında olduğu gibi, şiir de sözcüklerin elinden tutar, onları gezdirir, dolaştırır, su içirir, başkalarıyla tanıştırır, sistemin kötü, adaletsiz, eşitliksiz, haksız olduğunu, yeryüzününse güzelliklerle dolu olduğunu gösterir. Sisteme karşı durmayı, yeryüzünün yanında olmayı öğretir, bunun için kışkırtır, kuşku duymanın coşkusuyla doldurur sözcüklerin ve okurların içlerini.

Şiirin hâlâ yazılıyor olması, okunuyor olması, konuşuluyor, paylaşılıyor, tartışılıyor olması, onun nasıl da inatçı bir keçi olduğunun delilidir. Şiir kuzu postuna bürünmüş keçidir. Ona da böylesi yakışırdı, metafor olduğu için değil, direndiği, var kaldığı, ve en umutsuz, karanlık zamanlarda bile kıpırtısını sürdürdüğü, mevzisini terk etmediği için.

Şiir, o “hayırsız”dır işte, ne işe yaradığı sonunda ve sonradan anlaşılan.