İnsan bir şehri neden sever? Şehirlerdeki ayrıntılardır insanı düşlere sürükleyen. Bir de anılar. Ama anılar biriktirebilmek için, şehirle sarmaş dolaş yaşamak gerekir.

Sıkıntılı göçmen hikâyeleri

İnsanlar yerlerini, yurtlarını durup dururken neden terk etsinler? Göç, göçmenlik, mültecilik zorunluluktan kaynaklanır, bir tür sürgündür; nedeni savaştır, siyasi baskıdır, zorbalıktır, yokluk yoksulluktur, yaşama hakkınızın elinizden alınması ihtimalidir; tehdittir sizi başka bir ülkeye göçe zorlayan. Ben göç diyorum göçmenlik diyorum; devletler iltica derler, mülteci derler, sığınmacı derler, misafir dedikleri de olur, gidicisiniz demektir, aldırmayın. İçinde aşağılama gizlidir. İşte o zaman geldiğinde sınırları, duvarları, tel örgüleri, en önemlisi doğal engelleri, çölü, denizi aşmak için yollara düşer, ölümü göze alırsınız. Diyelim başardınız, engelleri acı kayıplar vererek aştınız. Orada sizi ne bekliyor? Yurtsuzluk, yurtsama, yalnızlık, düşmanlık, ırkçılık, öfke, içinizde büyüyüp duran çaresiz bir sıkıntı.

Okuyacaklarınız işte o sıkıntılardan birkaç izlenimdir yalnızca…

Göçmenlik çaresizlikten gelir

Yerküremizin her yerinden daha çok Güney’den, Doğu’dan Kuzey’e, Batı’ya uçuyoruz. Yorgun kanatlarımızla denize oradan da zengin umutları besleyen karaya doğru uçuyoruz. Uzaklardan, çok uzaklardan duyduğumuz çatırtı, koca bir buzulun ana kitleden kopmasının sesidir. Üstünden uçup gittiğimiz topraklar yangın yerine benziyor. İmar edildiği söylenen yangın izleriyle çoraklaşmış toprakların geliştiğini, güzelleştiğini söyleyenlerin sesleri kulaklarımızı kirletiyor. Yalan, iş görmenin tek yöntemi olmuş buralarda. Gözümüzün içine bakarak anlatılanlar bizi öyle yordu ki, yorgun kanatlarımızla kaçıyoruz buralardan, denize doğru uçuyoruz.

Ülkemizin üstündeki kara bulutların dağılıp gideceğine olan inancımız zayıfladı. Müzik sustu. Belki de inanmadığımız bir duaya mecbur olmamak için yola çıktık. Belki de çoğumuz denizin hoyrat dalgalarını geçemeyeceğiz. Uçan hiçbir şeye tahammül edemeyen avcıların kurşunları sağımızdan solumuzdan geçip giderken, ülkemizi karanlığa terk etmenin hüznü çöküyor üstümüze.

Nereye gidiyoruz? Zor oldu toprağımızdan kopmak. Sesimizi iyice kısmak için bin türlü dolap çevirmiş zenginler, paragözler, maşlahları, kefiyeleriyle, uçaklar dolusu canlı köleleri, cansız lüks valizleriyle havaalanlarında, limanlarda törenlerle karşılanıyorlar. Bizi hiç kimse dostça karşılamayacak, biliyoruz.

Denizi geçebilenlerin türküsü

Şehrin ışıkları ince ince yağan kar altında belki de daha çok parlıyor. Akşamın saat dokuzu. Herkes evine çekildi. Çocuklar ertesi günün rüyasını görmeye başladılar. Noel takviminde hangi kutu açılacak, içinden ne çıkacak? Gerçekte bir gün önce gizlice kutunun kapağını kaldırıp bakmışlardı. Olsun, sanki hiç görmemiş gibi heyecanlanmayı bilir çocuklar. Sabah yüzlerini yıkamadan kapıya koştular; bizimkiler de. Aldığınız yoksulluk parası kıt kanaat yaşamaya yetse de yakında aranız açılacak çocuklarınızla farkında değilsiniz. Sokakta sizi ırkçılar bekliyor. Geldiğiniz ülkede de Suriyelileri Afganları kendi ülkenizin ırkçılarının nasıl karşıladığını unuttunuz mu?

Ne garip kuşlarız biz; içimize ağlıyor. dışımıza gülüyoruz. Çiçekler takıyoruz yakamıza, koparılmış iri güller, karanfiller, solmuş papatyalar. gittikçe yoğunlaşan hüznümüzü hafifletmeye çalışıyoruz. Peki ya yalnızlığımız? Paris’te Ertuğrul’u aradım, grev vardı, eve gidememişti. Londra’da Kamberi aradım, herhalde telefonu değişmiş. Ankara’da Ahmet’i sordum. “Bu numarada oturmuyor artık” dediler. Bu kötü mekânın biraları da ne kadar acı.
Sahi sizde nasıl biralar? Yine zam mı yaptılar biraya, rakıya, şaraba?

Geri dön geri dön

Aşağıda yoksulluk alabildiğine sürerken, topraklar yağmalanır, denizler doldurulurken nereye gideceğiz? Karanlık, ülkemizin göklerini karartırken biz o uzak denizleri nasıl aşabiliriz ki. Zorbalıkla uzlaşmanın bir yolunu bulsak, belki de lüks içinde yorgun kanatlarımızı büzüştürüp “Ah işte uygarlık bu!” diyebilir, düşmüş pek çok kardeşimiz gibi kendimizi avutabilir, teslim olabilir, karnımızı tıka basa doyurabiliriz. Ama bu içimizdeki insanın ölümü olmaz mı?

Küremizi tümüyle sarmış habis bir hastalıktan, bir beladan, kötülükten kaçıyor insanlar. Kaçıp gidersek, savaşlarla beslenen, kırımlarla büyüyen kötülüğe boyun eğmiş olmayacak mıyız? Biz de canhıraş bir çığlıkla insanlara dünyanın halini, ülkemizin halini, yalanı dolanı anlatmak, üstümüze çöken karanlığı, sisi delip geçmek zorunda değil miyiz? Koca bir buzul biraz önce koptu kütlesinden. Hava alabildiğine kirlendi. Hastanelerde kendilerini önemseyen kabadayılar, ayrıcalık bekleyen egolar, hırslarını hemşirelerden, doktorlardan çıkarıyorlar; daha dün bir doktorumuzu öldürdüler.

Dönüyoruz, vazgeçiyoruz gitmekten; çünkü yanımızda götüremeyeceklerimiz bizi çağırıyor. Geri dön diyor doktorsuz kalmış hastalar, öğrencilerimiz indirdi kaşlarını; bizi neden yalnız bırakıyorsunuz ki, korktunuz mu, değiştirmekten umudunuzu kestiniz de onun için mi uçtunuz denize doğru; kurtuluş mu sandınız oraları diyor susturamadığımız o ses.

Dönüyoruz, ne olursa olsun, ne beklerse beklesin bizi…

Göçebenin Ölümü

Evlerin, iş merkezlerinin ışıkları birer birer sönünce, caddeler ince uzun ışık çizgilerine dönüştü. Arada bir geçen otomobillerin farları ıslak sokakları aydınlattı. Gölgem bir sokak lambasının altında uzadı. Eskiden nehrin kıyısındaki kahvelerde başımı yukarılara çevirmeden, yalnız nehre, kirli bulanık bir sudan başka bir şey olmayan nehre bakarak kendi şehrimi unutmaya çalışırdım. Başka yerlerde, sevdiğim şehirlerde, sevdiğim kahvelerde olduğumu düşünür, yüksek binaların arasına sıkışmış küçük bir kitapçı, zavallı, şirin bir büfe gördüğüm zaman sevinirdim. Sevemedim kısacası binbir sıkıntıya zorluğa katlanarak geldiğim bu şehri ben.

İnsan bir şehri neden sever? Şehirlerdeki ayrıntılardır insanı düşlere sürükleyen. Bir de anılar. Ama anılar biriktirebilmek için, şehirle sarmaş dolaş yaşamak gerekir. Kendine ait bir sokak, bir sokak lambası, bir çiçekçi, bir sinema, bir deli, bir esinti, bir meyhane, bir nehir, bir şarkı gerekir. O meyhanede sevgilinizle oturmuş sohbet etmiş ya da kavga etmiş olmalısınız. Bir müze sizi, şehrin öncesiz macerasına sürüklemiş olmalı. O şehirde sizin kendi maceranıza karışan; sizin içinizi kanatan: sizi solduran, yüreğinizi ağzınıza getiren bir şeyler yaşanmış olmalı. Sizin maceranızla şehrin macerası iç içe geçmemişse, yaşadığınız anlar şehrin resminde bir yama gibi duruyorsa, sizin değildir o şehir.

Göçmenlerin rüyalarında hep o şehir vardır. Sokaklarını son bir defa görmek için dolanıp durdukları, yaşarken fark etmedikleri bir şehir. Gittikçe ağırlaşan yüklerini, şehrin kokusunu, şarkısını hiç yitirmemiş bir sokağına, meydanına indirdiklerini hayal ederler. Yükleriyle yavaşça yere çökerler. Büyük bir ihtimalle dönemeyeceklerdir. Çünkü ölme vaktidir. Yalnız ölüm gelince, can uçup gidince uçakların bagaj mahallinde dönülebilir o eski şehre.

***

İşte ben de, belki bana öyle geliyordur, bu kasvetli şehrin karanlık parkında içimde şiirlerle kendi şehrime doğru yola çıkacağım zamanı özleyerek öylece oturdum. Sonra yerlere bakarak çirkin bir duvar, aptal bir vitrin görmemek için kendi karanlığıma gömülerek döndüm hiç anı biriktiremediğim kişiliksiz eve. Alacakaranlıkta silüeti daha da korku verici hale gelen bu kasvetli şehri bir daha görmemek için kapadım kendimi, perdelerimi, gözlerimi…