Google Play Store
App Store

Bugünkü devletlerarası ilişkilere bakan herhangi bir birey, ne bu yaz biten olimpiyatları, ne Amerikan başkanlık seçimlerini, ne Trump’ı ne Harris’i, ne de Macron’un seçimleri kazanan partiye değil, azınlıkta kalan lidere hükümeti kurma görevini tevdiini görecektir. Bugünkü dünyada göze çarpan ilk şey, küçük-büyük, batılı-doğulu, kuzeyli-güneyli, dost-düşman tüm ülkelerin adeta yarışırcasına silahlanmasıdır.

Kore’den dünyaya, Putin’den NATO ve Batı ülkelerine, Çin’den başka bir bölgeye yayılan ve özellikle nükleer silahların artışı ve geliştirilmesi ile ilgili haberler, eşzamanlı olarak bu silahların denendiği “tatbikatlar” eşliğinde gündeme geliyor.

Amerika, Ukrayna’ya savaş ilan eden Rusya’yı yenmek, en azından zayıflatmak adına Avrupa kıtasını “atış poligonu”na çevirmek istiyor. Almanya’ya Tomahawk füzelerini yerleştirme kararı aldırdı. Baltık ülkeleri silahlanıyor. Polonya Rus karşıtlığının –1941’deki gibi- bir kere daha başını çekiyor.

O halde bugünün silahlanma olgusunu anlamak, ülkeler ve “müttefikler” arası bu “yarış”ın niteliğini yorumlamak, “askeri sınai kompleks”te yaşanan devasa gelişmenin neye dönük olduğunu anlamamız gerekmektedir.

Bugünkü kapitalist dünya için söylenebilecek herhalde ilk şey, kapitalist devletler arasındaki silahlanma yarışına girmemenin mümkünsüzlüğüdür. Bu devletlerin tümü sömürücü, yayılmacı amaçlar güttüğünden yarışa girmemek herhalde “en tehlikeli” şeydir. Bugün barıştan söz eden hiçbir ülke yoktur. Silahlanmanın amacı da sömürge, pazar, yağma ve etki alanları kavgasına hazırlıktan başka bir şey değildir.

En yüksek askeri harcama 10 ülke tarafından yapılmaktadır: ABD, Çin, Suudi Arabistan, Rusya, Birleşik Krallık, Hindistan, Fransa, Japonya, Almanya ve Güney Kore’dir. Sadece 4 milyon nüfuslu İsrail, dünyanın en büyük on silah üreticisinden biridir. İsrail ordusu için, “Eşsiz ordu: Bir Ulus İnşa Eden İsrail Savunma Güçleri” tanımı yapılması boşuna değildir.

2023’te dünyadaki askeri harcamalar, 2.4 trilyon dolarla rekor kırmıştır. Ukrayna savaşı sonrası Avrupa ülkelerinin silah ithalatı yüzde 94 artmıştır. İlk defa silah bütçesi, soğuk savaş dönemindeki seviyeye varmıştır. Harcamaların aslan payını yüzde 37 artışla ABD, yüzde 12 ile Çin, yüzde 4.5 ile Rusya yapmıştır. 2023’te NATO’nun askeri harcamaları 1.3 triyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu, dünya çağındaki askeri harcamaların yüzde 55’ine tekabül ediyor.

NATO hangi ülkenin askeri harcamalara ayırması gereken parayı da belirliyor. Almanya, yıllık gayrı safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüzde 2’sini savunmaya ayırmak zorunda kaldı. Bu, 90.6 milyar doların askeri harcamalara ayrılması demektir. Böylece Almanya, Hindistan ile beraber “en fazla silahlanma harcaması yapan” 4 ülke arasında yerini almıştır.

ABD’nin savaş örgütü olan NATO, Galler’de 2014 yılında yaptığı zirvede, üye ülkelere bütçelerinin yüzde 2’sini askeri harcamalara ayırma, bu oranın yüzde 20’sini ise silahlanmaya ayırma zorunluluğu getirmişti. Yüzde 2 şartının ilan edildiği 2014 yılında 4 ülke bu şartı yerine getirmiştir. 10 yıl içinde bu şartı 32 üye ülkenin 23’ü yerine getirmektedir. Bu sayı geçen yıl 11, 2022’de ise sadece 7 ülke idi. Özellikle Doğu Avrupa ülkeleri, bu şartın da üzerinde, yüzde 3, 4 askeri harcamaya ayırmak zorunda kalıyor. Son olarak Varşova Güvenlik Forumu geçen hafta NATO ülkelerine, “GSYİH’lerinin en az yüzde 3’ünü savunmaya harcama çağrısı” yapmıştır.

Çin’in silahlanma alanındaki dev yükselişi de dikkatleri çekmektedir. SIPRI’ye göre, “Çin, nükleer başlık cephaneliğini 90 savaş başlığı artırdı ve Ocak ayı itibarıyla 500’e çıkardı. Ayrıca Çin şu anda 238 civarında olan toplam kıtalararası balistik füze sayısında, önümüzdeki 10 yıl içinde, ABD’nin 800, Rusya’nın 1244 olan füze sayısını geçebilir.”

Dünya 1914’te Avrupa’da emsali görülmemiş silahlanma dönemine benzer bir atmosferden geçiyor. Her silahlanma savaşa yol açmayabilir. Ancak silahlanmanın yol açtığı muazzam “güvensizlik duygusu” ve “korku” (“Tukidides Sendromu” diye adlandırılır) savaşın tetikleyicilerindendir. Umarız ki kapitalist dünya, 1914’teki çılgınlığa doğru değil, 1945 sonrası Soğuk Savaş dönemini hatırlar. Elbette bu –böyle olacaksa- kendiliğinden değil, barışsever güçlerin mücadelesi ve uluslararası dengeler sonucu böyle olacaktır.