Google Play Store
App Store
Silkelemeyen, silkelenir

AKP iktidarı 2025 yılının asgari ücretini 22 bin 104 lira olarak açıkladı. Böylece ülkeyi yöneten akıl hem yerel hem de küresel sermayenin taleplerine uygun olarak “yerli ve milli” emeği değersizleştirme tutumuna devam etti. Son aylarda IMF’nin, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının, yatırım bankalarının, finans çevrelerinin, New York bankerlerinin, Londra tefecilerinin ve bilumum kapitalist-emperyalist piyasa aktörünün ne dediğini bilinler için hükümetin açıkladığı sefalet ücreti hiç de sürpriz olmadı.

Düşünün, ülkede 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 30 bin lira, yoksulluk sınırı 80 bin lira olmuş, bekar bir çalışanın yaşama maliyeti 40 bin liranın üzerine çıkmış (BES-AR verileri) ve buna rağmen iktidar, ülkede ortalama maaşa dönüşen asgari ücreti 22 bin lira gibi bir seviyede baskılayabiliyor. Yıl sonu enflasyonun yüzde 45’ten fazla olmasının beklendiği yerde, asgari ücrete gelen zam yüzde 30’u aşmıyor. Sorana, “Hedef enflasyona göre zam yaptık” deniyor ama devlet vergi, harç ve cezalar için yeniden değerleme oranını yüzde 44 olarak belirliyor.

Üstelik Türkiye’de enflasyon, her seferinde Merkez Bankası’nın tahmininin çok ötesinde gerçekleşiyor. Bankanın Şahap Kavcıoğlu döneminde 2024 yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 22,3’tü. Mayıs 2023 seçiminden sonra aynı beklenti önce yüzde 33’e sonra yüzde 36’ya çıkarıldı. Mevcut yönetim ise en son geçen ay bunu yüzde 44 olarak revize etti. Yüzde 23 nere, yüzde 44 nere… Ki ekonomistlerin beklentisi, bunun da yukarısı. Muhtemelen orta noktası yüzde 21 enflasyon olan 2025’te de aynı senaryo yaşanacak. Hedef enflasyona göre belirlenen asgari ücret, gerçek enflasyona ezdirilecek ve gidişat değiştirilemezse toplum yaşam savaşında yine ağır yaralar alacak.

Bu arada asgari ücret meselesindeki tezvirat da sürüyor. Piyasa yanlısı liberal çevreler, enflasyon-asgari ücret dinamiğini tersten ele alarak manipülasyona mola vermiyor. Sanki asgari ücrete zam talebinin nedeni yüksek enflasyon değil de tam tersine yüksek enflasyonun nedeni asgari ücretin yukarı çıkarılmasıymış gibi bir algı yerleştirilmek isteniyor. Asgari ücret artırıldığı sürece enflasyonun önüne geçilemeyeceği gibi “sınıfsal” ezberler tekrarlanıyor. Bunun için de ortaya eğri büğrü birtakım çizgilerin ve farklı renklere boyanmış çubukların olduğu sözde bilimsel tablolar ortaya konuluyor.

Oysa hiç teorik izahata gerek yok, yaşananlar gerçeğin ta kendisi... Asgari ücrete yüksek zam talebi, enflasyonun patladığı zamanlarda belirgin olmaya başlamadı mı? Türkiye’de son yıllarda asgari ücretin gündemde bu kadar yer kaplaması, enflasyondaki tarihi zirvelerin görülmesiyle alakalı değil mi?

Kimse enflasyon zıvanadan çıksın diye asgari ücrette büyük artışlar istemedi; herkes enflasyonun zıvanadan çıkması sonucu alım gücünü korumak için zam istedi. İktidar hatalı tercihleriyle önce enflasyonu zıplattı, çalışanlar da bunun üzerine haklı olarak aldıkları ücretin enflasyonu yakalamasını istedi. Bu kadar basit. Şimdi çözüm olarak “Asgari ücreti düşük tutalım ki enflasyonu kontrol altına alalım” fikrine destek vermek ne politik ne de ahlaki açıdan kabul edilebilirdir.

Peki bu hal ve vaziyette memleketin beli nasıl doğrultulacak? Birkaç gündür iktidara, milyonları açlığa ve sefalete mahkûm ettiği yönünde eleştiriler yöneltiliyor. İktidar da icraatlarıyla diyor ki, “Evet açlığa mahkûm ediyorum, var mı bir itirazınız?” Dürüst olmak gerekirse belli başlı itirazlar dışında kitlesel bir başkaldırının olduğunu söylemek olanaksız. Halkın geniş kesimleri bu işin böyle gitmemesi gerektiğini düşünüyor fakat bireyler ortak çıkarları için omuz omuza verip kitle haline gelmeyince, o düşünceler politik baskı unsuruna dönüşemiyor. Politik baskı unsuruna dönüşmeyen memnuniyetsizlik de getire getire bireysel huzursuzluk ve psikolojik bunalım getiriyor. Oysa bunalımda olması gereken insanların moral-motivasyonu değil, milyonların yaşam hakkını elinden alan bu adaletsiz sömürü düzeninin tepesindekiler olmalı.

Tabii kitlesel itiraz, yani esasında toplumsal muhalefet, insan müdahalesine gerek duymadan oluşabilecek bir doğa olayı değil. Onun fikren ve fiilen örgütlenmesi gerekir. Bu da muhalefetin görevi. Fakat muhalif siyasilerin, halka, halkın yaşadığı yoksulluğu alım gücüne ilişkin çeşitli hesaplamalarla anlatma stratejisinin ötesine geçemediği görülüyor. Acaba halk yaşadığı yoksulluğu idrak edemediği için mi yoksa halkın yaşadığı yoksulluk siyaseten belirleyici bir güce dönüştürülemediği için mi Türkiye’de iktidar zor durumda kalmıyor?

Halk zaten yaşadığı yoksulluğu onu yaşamayanlardan iyi biliyor ve bu realiteye ilişkin değerlendirmeler de akademisyenler, gazeteciler ve uzmanlar tarafından günbegün yapılıyor. Muhalif siyasetin işi, toplumsal talepleri, iktidar değişimi yolunda bir kaldıraca çevirebilmektir. Halka sorunları anlatmakla yetinip mücadeleyi sandık gününe sıkıştıran veya halkın tepkisini şu ya da bu gerekçeyle dizginleyen, yumuşatan ve erteleyen yaklaşımın bugüne kadar kime yaradığı anlaşılmış olmalı.

Bugün Ankara’da 160’tan fazla kurumun çağrısıyla “Yurttaş Sesleniyor, Haklarımızı Alacağız” başlıklı bir miting yapılacak. Bu miting, ülkeyi uçurumun kenarına getiren iktidara karşı geniş ve birleşik bir toplumsal muhalefet çabasının başlangıç adımı olmalı. Zira örgütsüzlük bariyeri aşılamadığı ve siyaset, beyaz yakalısından mavi yakalısına, bu ülkenin gerçek sahipleri olan üreten yurttaşların uzaktan baktığı bir gösteri sahnesi olduğu sürece, hak ettiği gibi silkelenmeyen bu çürümüş düzen, bir avuç eliti yanına alıp herkesi silkelemeye ve Türkiye’nin geleceğini karartmaya devam edecek.