Soğuk bir öğleden sonra, bulutlar tüm hüznünü üzerimize dökerken o yaz; şimdi boylu boyunca bir mezarda uzanan o genç adam, ahşaptan oyuncaklar oydu tüm çocukluğumuza.

Şimalin tüm patikaları, Munzurlar dâhil
Fotoğraf: Pixabay

Can Serhat Halis

Neden o kış hiç kar yağmadı İstanbul’a bilmiyorum; ama konumuz bu değil zaten…

***

O yeşil vadinin göğsüne uzanmış toprak yol. Binlerce nasırlı ayağın, kara lastiğin, çarığın; binlerce gece ve binlerce gündüz ezdiği derviş toprağı. Keçi toynağının ve katır nalının ilmek ilmek nakşettiği eser. Çocukluk tatillerinin dimağına asılı ürkünç patika... Yüreğimizi yarıp geçen bir keskin sızı gibi, Çingrös'e yükselen o ince, tozlu şerit.


Kentten köye ulaşan bir yaz tatilinin çocukluk anılarında ise apokaliptik kaos... Vadinin karşı yakasından bağıran ihtiyarın sesi ve mezarlıktan yükselen o Dersimce ağıt...

Neşeli çocuk çığlıkları, gün doğmadan edilmiş dualar, taze ot kokusu, dağlar ve vadiler boyunca dağılmış evler... Anason kokulu köy minibüsleri, söğüt gölgesinde içilen rakılar, gırnatalı düğünler, Hozat kahvehanelerinde yaşlı kadınlar, geceler boyu anlatılan sürgün hikâyeleri ve fötr şapkasıyla dedem...

***

1989 yazında bir sabah. Güneş henüz doğmuş. Hava serin, ceketlerimiz üzerimizde. Sabah serinliği vuruyor küçük bedenlerimize. Büyük holdeyiz…
O yaz dedemle, üç ayaklı küçük bir sehpa yaptık. Nereden bilebilirdim ki bunun birlikte inşa ettiğimiz ilk ve son şey olduğunu. Göğsünde çapraz bir fişeklik gibi patika taşıyan o kutsal dağ şahidimdir…

Bir nesil, kulağına üflenmiş esrarlı öykülerle büyüyordu ve birer birer tüm yaşlıları ölüyordu o dağların.

***

Şimalin tüm doruklarından bir bıçak yarası gibi görünen o patikada; sessizliğin senfonisi çalıyor işte. Yazlarca, kışlarca ve sabahlar ve akşamlarca duyulmuş sedalar, kâinatta sonsuz dolaşıyor şimdi. Bir masal gibi anlatıyor ihtiyar; şen kahkahaların duyulduğu o yılları. Oysa ne toprak yitirmişti tılsımını ne de su...

Düşün, Semerkand'da bir derenin yardığı toprağın kuzeye bakan yamacındaki meşe ağacına, bir öğleden sonra düşen güneşin, aynı açıyla alnımızı yakışını ya da terk edilmiş bir evin bağrında ot bitmeye başlayışıyla, termodinamiğin ikinci yasası arasındaki ilişkiyi. Hiç musahibi olmamış bir ülkenin yalnız bırakılışını düşün. Ormanların, vadilerin ve nehirlerin ıssızlığını...

Aç bir kartal süzülüyor çökmüş damların üzerinde. Heybetli ceviz ağaçlarının bereketli dalları çekim kuvvetinin tesirinde. Yıllardır ziyaretçisini bekleyen koç mezarın üzerinden geçen karınca katarı telaşlı. Yıkılmış evlerin taş duvarları arasından, rüzgâr ıslık çalarak geçiyor. Yağmurun toprak kokusu yükseliyor patikaya doğru ve Zeranik’ten dünyaya sessiz sedasız bir nehir akıyor...

Ey patika, üzerinden geçenlerin kaldırdığı toz bulutunu hatırla. Gördüğün dağları, taşları, dereleri; sonra dağ keçilerini, ayıları, böcekleri ve sürüngenleri… Hatırla işte; bir yaz vakti tüm o civardan toplanmış insanların ellerindeki niyazları. Hatırla Tujik Baba eteklerindeki o yağmuru, çingenelerin kurduğu mavi brandadan çadırı, Torut yolunda ters dönmüş kaplumbağayı. Omuzdan öpüşerek selamlaşan yitik kavmin insanlarını...

O ince kadının, nenemin duaları gibi Sultan Seyid'e yükselen ince patika; bir çapraz fişeklik gibi duruyorsun şimdi o ıssız ülkenin koynunda.

***

Neden o kış hiç kar yağmadı İstanbul’a bilmiyorum; ama konumuz bu değil zaten…

Soğuk bir öğleden sonra, bulutlar tüm hüznünü üzerimize dökerken o yaz; şimdi boylu boyunca bir mezarda uzanan o genç adam, ahşaptan oyuncaklar oydu tüm çocukluğumuza. Kertas’tan başlayan bir gökkuşağı uzandı sonrasında gökyüzüne. O gece, uyumadan önce yastığımızı öpmemiz gerektiğini öğrendik, bir tarih gibi yüreğimizi mesken tutmuş o narin kadından. Sabahına ayrıldık kendisinden ve ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini hiç bilmediğimiz çocukluğumuz gibi bir şey oturdu Pakıra semalarına…

1989 yazında bir sabah, bir dağın kuzeye bakan yamacındaki bir evde, ayrılmadan hemen önce fotoğraf çektik. Sonu olmayan bir girdapta zamanın geçmesini beklerken, parmağın deklanşöre inip kalktığı uzun bir anda oldu bu...