‘Şimdi’ ve ‘burada’: Düşman kardeşler
Bura (burası), hep üç boyut üzerinden tanımlanır. Ama aslında daima dört boyutludur. Dördüncü boyut (zaman) olmadığında ilk üç boyut (yükseklik-genişlik-derinlik) burayı tanımlamaya yetmez.
İster yaşadığımız evden, ister yaşadığımız ülkeden söz edelim, neredeyse sonsuz sayıda bura vardır. 1990 yılındaki Taksim Meydanı ile 2010 yılındaki Taksim Meydanı aynı yer değildir. Şu anda bulunduğunuz noktayı tanımlarken bile ‘şimdi’ (buradayım), ‘dün’ (buradaydım) tanımlarını yapmanız gerekir.
“Bir keresinde arkadaşlarla yine Gezi Parkı’na gitmiştik. Sene 2013, aylardan Haziran.” Bu tümcede Gezi Parkı adı sadece bir kere geçiyor, önemini ancak zaman boyutuyla vurgulayabiliyoruz (bir keresinde / sene 1997 / Haziran ayı). Hatta ‘yine’yi de ekliyoruz ki, dinleyici ‘önceki’ ve ‘sonraki’ gidişler olduğunu da anlasın. Asla “Gezi Parkı’na gitmiştik.”le yetinemezsiniz. Dinleyiciniz sorar: Ne zaman?
***
Robert Zemeckis’in yeni filmi Here/Burada, bu basit gerçeği anımsatıyor. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan kısa süre sonra yapılmış bir evde yaşayan insanları izleyerek Amerikan tarihine bakıyoruz.
Büyükçe bir evin geniş salonu. Kameranın konduğu köşeden salonun neredeyse tamamını görebiliyoruz. Artı, pencereden karşıdaki bina, evin önündeki yoldan geçen araçlar, o günün hava durumu da görünüyor. Film boyunca kameranın yer ve çekim açısı değişmiyor.
Filmin adı seyirciyi tek bir mekâna, tek bir uzamsal boyuta yönlendiriyor: Burası. Zemeckis “Ben size buranın (Amerika Birleşik Devletleri’nin) öyküsünü anlatıyorum.” demeye getiriyor. Ama filmsel anlatının kendisi, ‘önce, çok önce, çok çok önce, yakın zamanda, günümüzde, 50 yıl önce, 100 yıl önce’ gibi zamansal tanımlamalar olmadan o toprak parçasının anlam taşımayacağını gösteriyor.
Kameranın durduğu noktadan, sadece yüz metrekarelik bir alanı değil 65 milyon yıl öncesini, Kolomb öncesi Amerika’yı, 1776’yı, 1920leri, 1945’i 1960ları, 2020leri de izliyoruz. Evin henüz hayalinin bile kurulmadığı günlerden sonra, evde yaşayan farklı ailelerin dünyayla ilişkisine tanıklık ediyoruz.
Robert Zemeckis, Forrest Gump’ta da (1994) benzer bir anlatı yapısı kurmuştu. Forrest adlı zihinsel engelli bir bireyin çocukluğundan itibaren yaşadıklarını Amerikan sosyo-politik tarihiyle harmanlayan Zemeckis, o filmde sağ-liberal bir bakış açısı sunuyordu. Yaklaşık 50 yıllık bir tarihsel dönemi, temelde iki kişinin yaşam tarzları üstünden izliyorduk: Bir yanda dünyanın kirli halini anlamayacak kadar saf, iktidarın kendisine söylediği her şeyi yapan, ‘ülkesini savunmak için’ Vietnam’a giden, hiçbir yeteneği olmadığı halde Amerikan rüyasını gerçekleştiren Forrest vardı. Diğer yandaysa, daima isyankâr olan, hippi olan, ‘68li olan, Vietnam’a karşı olan, yani kesinlikle iyi bir Amerikalı ve ‘iyi bir kadın’ olmayan Jenny vardı. Filmin epik anlatı yapısı, Reagan ve Bush dönemlerinde biçimlenmiş bu ideolojik tavrı olabildiğince görünmez kılıyordu tabii...
Bu sefer, temeli Clinton ve Obama dönemlerinde atılmış, Trump döneminin gölgesinde anlatılmış bir öykü izliyoruz. Zemeckis burada Forrest Gump’taki kadar sağcı değil; örneğin evin küçük oğlu Jimmy orduya yazıldığını, Vietnam’a gideceğini söyleyince kimse onu desteklemiyor, hatta babası ve abisinden tepki bile görüyor. Ama yine de sağcı: Film aslında Arthur Miller’ın Amerikan rüyasına yaktığı muhteşem ağıdın, Satıcının Ölümü’nün (oyun ilk kez 1949’da sahnelendi, hâlâ pek çok yerde oynanıyor, ama benim tavsiyem kesinlikle 1985 yapımı film versiyonudur) karşı-tezi olmaya niyetlenmiş gibi görünüyor. Bu sefer satıcı başarılı olmuş, Amerikan rüyasını gezgin bir satıcının yapabileceği kadar iyi biçimde gerçekleştirmiş... Kadın özgürlüğüne de biraz daha ‘ılımlı’ yaklaşıyor.
Ama sadece birazcık... Bu filmde Richard’ı canlandıran oyuncunun (Tom Hanks) ilk filmde Forrest’ı, bu filmde Margaret’i canlandıran oyuncunun (Robin Wright) ilk filmde Jenny’yi oynamış olması bile kameranın durduğu ideolojik noktayı gösteriyor.
***
Neredeyse hepimizin pek sevdiği, her fırsatta alıntıladığı bir ‘şimdi’ tanımı var: “Dün geçti gitti, yarın henüz gelmedi. Önemli olan tek zaman dilimi bugündür.”
Oysa bu üç zaman dilimi arasında belki de en az önemli olanı ‘bugün’dür, ‘şimdi’dir. ‘Bugün’ dediğimiz şey, tümüyle dünün anı ve tecrübelerinden, yarının umut ve endişelerinden kuruludur. Tarihin akışı, belli bir diyalektik süreklilik üstüne kurulmuştur; dünü anımsayıp yarını düşündüğümüz için bugünü eleştiririz.
Kamerayı nereye koyacağınız önemlidir elbette, ama daha önemli olan, hangi saatleri, hangi takvim yapraklarını göstereceğinizdir. Kameranın üstünde durduğu toprak parçası da ancak o zaman anlam kazanır.