Google Play Store
App Store

Sektöre rağmen sektörün sıkışan sınırlarından sıyrılmak, sadece doğru sinemayı yaparak ve yaratıcılığa engel konulsa da onları sorgulayarak mümkün.

Sinemanın sesi ve sorumluluğu
Memoria (Fotoğraf: IMDb)

Son yıllarda Türk sineması, ekonomik zorlukların ve yaratıcılık eksikliğinin etkisiyle ciddi bir kriz yaşıyor. Film ve dizi sektöründeki tekelleşme, özgün fikirlerin önünü tıkıyor ve çeşitliliği yok ediyor. Platformlar, yapımcılar ve finansörlerin oluşturduğu bu yapı, hem rekabeti hem de kaliteyi öldürüyor. Bugün Türk sinemasının varlığından söz edemiyorsak, bunun sorumluluğu, yalnızca parasal çıkarları ön planda tutanlarda. Yaratıcılığa darbe vuran, genç yetenekleri bastıran ve mali şeffaflıktan uzak bir sektör, kendi çöküşünü hazırlıyor. Bütçe şişirmeleri, elden yapılan ödemeler ve uluslararası fon transferleri gibi usulsüzlükler, bu karmaşık yapıyı daha da derinleştiriyor. Umuyorum ki, bir gün bu suistimalleri yapanlar, gerçek adaletle yüzleşir. Ancak bu tatsız tabloyu bir kenara bırakıp, iki kafa açıcı filmden bahsetmek istiyorum: Memoria (2021) ve Dark Waters (2019). Memoria’nın insanın duyularıyla kurduğu bağlantı, bizim geleneksel doğa algımızla örtüşüyor. Dark Waters, Türkiye’deki çevre mücadelelerine ilham kaynağı olabilir. Memoria, duyularınızı zorlayan, sessizliğin anlamını sorgulatan bir keşif sunarken; Dark Waters ise bireysel ve toplumsal sorumluluklarımızı hatırlatıyor.

Her iki film de, bir yandan insan ruhunun derinliklerini keşfetmenin, diğer yandan adalet arayışının önemini vurguluyor. Zihin açıcı bir deneyim arayan herkese bu iki filmi tavsiye ediyorum. Memoria ve Dark Waters gibi filmlerle sektördeki olumsuz durumu, çevresel ve toplumsal sorumlulukları birbirine bağlayarak yeni bakış açıları bulmamız gerekli. Bu yapımlar, insan ruhunu ve adalet arayışını nasıl derinden etkileyebileceğimizi, aynı zamanda kültürel bir öneri olarak da önemli olduklarını gösteriyor. Her iki film de sinemanın toplumsal sorumluluğunu ve bireysel farkındalığı nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Sinemadaki yaratıcı engeller ve ekonomik sıkıntılarla yüzleşen yetenekli sinemacılara dair hissettiklerim, sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrı. Bugün film ve dizi sektörünün karanlık yüzleri arasında hâlâ çıkış yolu bulmaya çalışan pek çok yetenekli senarist, yönetmen ve oyuncu var. Ama onlar da artık görüyor ki, projeniz ne kadar iyi ya da farklı olursa olsun, o kadar dışlanıyorsunuz. Bu sektörün oburları, sayılarının aslında iki elin parmağını geçmediği bir dönemde, şimdi AKP Türkiye’sinde çoklu şirketlere sahip, aşırı zenginleşen ve film-dizi yapımını sadece kârlı bir iş fırsatı olarak gören işbilmezlerle kalabalıklaştı. Bir zamanlar sanatla besleneceğini umduğumuz bu alan, artık sadece kazanç peşinde koşanların çıkarlarına hizmet eder hale geldi. Ne yazık ki, bizlerden sonra gelecek gençlere de bu konuda yardımcı olamadık. O yüzden gerilla usulü çekin! Ülkemizde anlatılacak geçmişe, bugüne ve geleceğe dair çok hikâye var, çok acı var, çok başarı var.

MEMORIA

Apichatpong Weerasethakul’un sineması, seyirciyi şaşırtan ve derin düşüncelere sevk eden bir yolculuğa davet ediyor. Yönetmenin önceki filmleri gibi, Memoria da izleyiciyi klasik anlatı sinemasının ötesine geçiren bir deneyim sunuyor. Film, Kolombiya’ya kardeşini ziyarete giden Jessica’nın (Tilda Swinton) ara ara duyduğu gizemli bir sesin peşine düşmesini konu alıyor. Bu yolculuk, duyularınızı zorlayan ve sessizliğin anlamını sorgulatan bir keşfetme süreci. Memoria’nın farkı, sessizliği bile bir anlatı aracına dönüştürmesinde yatıyor. Jessica’nın duyduğu sesi yeniden yaratma çabası, seyirci olarak bizleri de bu tarifi zor sesi anlamlandırmaya zorluyor. Luigi Russolo’nun Gürültü Makinesi ya da John Cage’in 4’33” sessizlik bestesi gibi, film sessizliğin dahi ne kadar ses dolu olduğunu fark ettiriyor. “Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor” (Lung Bunmi Raluek Chat, 2010) filmiyle Cannes’da Altın Palmiye kazanan Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul, çağdaş sinema dünyasında kendine özgü bir yere sahip. Yavaş sinema tarzıyla tanınan yönetmen, beden ve zaman-mekân olgularını özgün bir bakış açısıyla işlerken, klasik anlatı sinemasına net bir karşıtlık sergiliyor. Filmlerinin arka planında sıkça Tayland’ın politik tarihine yer veren Weerasethakul, aynı zamanda Tayland mitolojisinin unsurlarını da hikâyelerine dâhil ediyor. Önceki filmlerinde olduğu gibi, kırsal alanlar ve ormanlar Memoria’da da önemli mekânlar olarak karşımıza çıkıyor. Tilda Swinton’un etkileyici performansı, Jessica’nın bu garip yolculuğunda bizi ona eşlik etmeye davet ediyor. Görünüşte sakin ilerleyen hikâye, derinlerinde seyirciyi hem duyusal hem de zihinsel olarak sarsıyor. Memoria, yavaş sinemanın özünü yakalamak isteyen herkes için bulunmaz bir fırsat.

DARK WATERS

Dark Waters, başarısız tanıtım, kötü poster ve fragman nedeniyle hak ettiği ilgiyi göremedi. Ancak bu film, 2020’lerin en çevreci filmlerinden biri olarak hafızalara kazınmalı. Çünkü Rob Bilott’un mücadelesi, bugün PFOA ve diğer 600 kimyasalın dünya çapında soruşturulmasına önayak olmuş durumda. Bu filmden şevk alacak ve Türkiye’deki çevreci davalara cesurca işleyecek filmcilerin çıkmasını ummaya devam ederken, bu filmi herkes izlemeli, herkese bu filmden bahsetmeliyiz. Nathaniel Rich'in 2016 yılında New York Times'da kaleme aldığı makalesinden uyarlanan Dark Waters filmi, simgeleşmiş bir Amerikan şirketi olan DuPont’a karşı yürütülen amansız gerçek bir mücadeleyi anlatıyor. Dünyadaki en büyük kimyasal şirketlerden biri tarafından nasıl zehirlendiğimizi gözler önüne seren bu film, şirketler savunma avukatı olan Rob Bilott'un gerçek hayatta verdiği mücadeleye seyircisini de türlü duygularla dâhil ediyor. Hissedilen başlıca duygu ise öfke. 1802’de kurulan DuPont, pek çok patenti elinde bulunduran devasa bir kimya şirketi. Günümüzde BASF’den sonra dünyanın ikinci en büyük kimya şirketi olan DuPont, adını 1938 yılında icat edilen ve 1940'ların sonlarında piyasaya sürülen Teflon ile duyurdu. Teflonun mucizesi mutfaklarda devrim yaratmış olsa da, üretiminde kullanılan PFOA (Perflorooktanoik Asit) isimli kimyasal, insan sağlığını tehdit eden sonuçlarıyla filmin merkezinde yer alıyor. ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA) tarafından kanserojen olarak sınıflandırılan PFOA, sadece çevreyi değil, tüm canlıların sağlığını tehdit ediyor. Bu kimyasalın, dünya üzerindeki insanların yüzde 99’unun kanında bulunduğuna inanılıyor. İnsanlığın bu görünmez zehirle nasıl tanıştığını anlatan Dark Waters, kimyasal kirliliğin karanlık yüzünü korkutucu bir gerçeklikle ortaya koyuyor. Bir çiftçinin avukat Rob Bilott’a başvurmasıyla hikâye başlıyor. Film, yavaş ve sisli bir şekilde ilerlerken her yeni bilgiyle birlikte tansiyonu yükseltiyor. Gerçek bir olayın derinliklerine inildikçe, filmin bir korku hikâyesine dönüştüğünü hissediyorsunuz. Çünkü en korkutucu filmler, gerçek hayattan alınanlar. Başrolü üstlenen Mark Ruffalo, sadece bir aktör değil, aynı zamanda bir aktivist. Rob Bilott’u canlandırırken yarattığı sakin, sessiz ama derinden etkileyen karakteriyle izleyiciye unutulmaz bir performans sunuyor. Ruffalo’nun yorumu, karakterin savunmasız ama inatçı yanını mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Modern çağın en etkileyici çevreci filmlerinden biri olarak dikkat çeken film, bizlere şu mesajı veriyor: "Devletler ya da büyük şirketler bizi korumayacak. Ancak biz, birbirimizi koruyabiliriz”. Bu filmi izlemek, pek çok kişi için çevresel adalet konusunda farkındalık yaratmak için atılmış ilk adım olabilir. (Her iki film de hâlâ TV+ üzerinden izlenebiliyor.)… Sektöre rağmen sektörün sıkışan sınırlarından sıyrılmak, ekonomik kriz ve tekelleşmeye rağmen, sadece doğru sinemayı yaparak ve yaratıcılığa engel konulsa da onları sorgulayarak mümkün. Yolunuza, gerçek sinemayı yaparak devam edin, biz de dürüst eleştirilerle.