Google Play Store
App Store

Modern dünyanın en ilgi çekici özelliklerinden birisi, ulus devletler arasında çizilen sınırlardı. Büyük bir kısmı çizgisel olan bu sınırlarda bulunan şehirler-köyler çok kez yoğun gerilimlere tanıklık etmişlerdi. Bunun en önemli nedeni kültürel coğrafyaların fiziksel bölünme biçimiydi. Aynı dili konuşan akrabaların bir kısmı sınırın bir yanında, diğerleri öteki yanında kalmışlardı. ‘Yüce’ ideallerle çizilen bu ‘sınırlar’, iki tarafta yaşayanların başka devletlerin vatandaşı olmaları demekti. Her biri başka bir pasaporta sahip oldukları için sınırın diğer tarafındaki akrabalarını ziyaret için bile ‘gümrükten geçmek’ zorundaydılar. Aileler, sınırlar aracılığıyla birbirlerine ‘yabancı’laştırılmışlardı.

∗∗∗

Bununla birlikte ‘ulusal’ sınırların böldüğü yerleşmelerde, sınırın öteki taraflarıyla iktisadi iletişim bir şekilde devam ediyordu. İki taraf arasında ticaret olarak tezahür eden bu iktisadi ilişkilenme, görünürdeki katı sınır güvenliğine rağmen rutin bir faaliyet olarak işleyegelmişti. Herkesin gördüğü ve büyük bir bölümünün de deneyimlediği ama resmi olarak yokmuş gibi davranılan bu iktisadi ilişkilenme hali nedense hiçbir zaman resmi “sınır” algılarını tartışma konusu yapmamıştı. Türkiye’nin sınır yerleşmeleri herhalde bunun en çarpıcı örnekleriydi.

Ne var ki sınırın toplumsal deneyimleri, genellikle zor-trajik sonuçlarla yüklüydü. Hepsinde değil elbette ama büyük bir bölümünde ‘düşman’ ya da ‘öteki’ coğrafyanın bittiği-başladığı noktada olmak, gündelik hayatı karmaşık-gerilimli hale getirmişti. Tıpkı Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirine konu olan kıyımın öyküsü gibi. O kadar etkileyici yazılmıştı ki yüzyıllarca sürecek bir dilsel mirastı: “Kirveyiz kardeşiz kanla bağlıyız, Karşıyaka köyleri obalarıyla, Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya, Birbirine karışır tavuklarımız, Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan, Pasaporta ısınmamış içimiz, Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkıyaya çıkar adımız, Kaçakçıya, Soyguncuya, Hayına...”

∗∗∗

‘33 Kurşun’dan 68 yıl sonra gerçekleşen ve onun bir başka tezahürü olan Roboski kıyımı da yine sınır trajedilerinin bir örneğiydi. 28 Aralık 2011’de uçakla yapılan bombalamalar sonucu 34 kişi öldüğünde, ilgililer bunu ‘sınır ihlali’ gerekçesiyle meşrulaştırmayı tercih etmişlerdi. ‘Sınır güvenliği’ ya da sıklıkla vurgulanan ‘çakıl taşı’ metaforu bir tür kutsal anlam yüklenmiş sözcüklerdi ve sanki bütün trajik vakaların örtüsü olma işlevi görüyordu.

Günümüzde bazı sınır şehirleri değişen kültürlerin, bazıları da hala geleneksel milliyetçiliğin mekânları gibidir. Mesela Avrupa’da ‘ulusal sınırları’ deneyimleme biçimine bir örnek Fransa, Almanya ve İsviçre’nin ortasındaki şehir Basel olabilir. Şehirde bir ülkeden diğerinin sınırına geçilen kısımlar, görünüşe göre eskisi gibi korunaklı değildir. Resmi ve tedirgin edici iklimi de hissetmezsiniz ama kültürel sınırlar kendini hemen gösterir. Mesela ülke sınırı değiştiğinde, şehrin tabelalardaki dil de değişir. Yani eski biçimleriyle fiziki sınırlar büyük ölçüde işlevini tamamlamış gibidir.

∗∗∗

Gelgelelim Avrupa’da eskiden ülkeler arasında fiziki sınır olarak inşa edilen duvarların artık yıkıldığı bir zamanda Türkiye, tam aksi biçimde, komşularıyla arasında fiziki duvarlar örme yolunu tercih etmiştir. Herhalde bunun tipik örneklerinden birisi 900 kilometre uzunluğundaki Suriye sınırına örülen ve dikenli tellerle donatılan duvardır. Önceleri mayınlarla kapatılan bu alan şimdi yüzlerce kilometre uzayıp giden bir duvarla örülmüş durumdadır.

Sınırdaki tek duvar örneği bu değildir elbette. Türkiye’nin sınır coğrafyasındaki yerleşmeler, öteki taraftan ‘korunma’ çabalarına göre bir tür teyakkuz ikliminin etkisi altındadır. O kadar ki duvarsız sınırlar bile böyledir. Tıpkı Türkiye’nin, Ermenistan sınırındaki Ani Harabeleri gibi. Görünürde fiziksel sınırı gösteren herhangi bir nesne yoktur. Ama hissedilen iklim, en katı sınır halinin işareti gibidir.

Bu durum, toplumsal dokusu bakımından sınır şehirlerini birer kültürler kapısı olarak kurma imkânı varken, tam aksi bir politik- toplumsal iklimin mekânları haline getirmiştir. Bütün bu katı sınır hallerine rağmen, Türkiye’nin bir küresel göçmen deposuna dönüşmesi ise herhalde ‘en yaman çelişki’ olsa gerek.